BLOG

Nitelik, nicelik değildir

Sessizce açılan bir sayfa bu dünya,

Yeni umutlarla dolu, yeni bir gün.

Kalplerimize dokunan melodiler,

Sevgiyle yazılan bir sonsuz öykünün sürdüğü yer burası

ALAN

Bölüm 1: Evdeki Sessizlik, Dışarıdaki Gürültü

Kobanê yakınlarındaki Xirabê Şêr köyü, gün doğumunu hep bir ağırlıkla karşılardı.

Sanki güneş bile bu topraklara doğarken tereddüt ederdi.

Ama evlerin içi başkaydı. Özellikle Siyabend’in evi.

Alan, her sabah annesi Zühre’nin tandır taşını çekmesiyle uyanırdı.

O ses, çocukluğunun çalar saatiydi.

Un kokusu, sabahın ilk kelimesi olurdu.

Zühre, tandır başında her gün aynı dua ile başlardı işe:

“Allah yüreğini yormasın oğlum. Çünkü bazen taş, taştan ağırdır.”

Zühre Türk’tü. Hataylıydı.

Gençliğinde öğretmen olarak geldiği Kobanê’de savaş değil, bir adam bulmuştu: Siyabend.

Siyabend eski bir Peşmergeydi.

Çok konuşmazdı.

Konuştuğunda ise her kelime, duvar gibi dururdu.

Yüzünde dağ taşın yorgunluğu, bakışında toprağın hikmeti vardı.

Evleri küçüktü.

İki oda, bir tandır, bir avlu.

Ama o avlunun ortasında bir nar ağacı vardı.

Siyabend o ağacı gölge değil, “sabır” diye sulardı.

Evde iki çocuk vardı.

Alan ve Rêzan.

Alan 1992 doğumluydu.

Halep Üniversitesi’nde sosyoloji okuyordu.

Üçüncü sınıftaydı.

Bir yanıyla Kürt’tü, diğer yanıyla Türk; ama en çok “ortada kalan”dı.

Çünkü ne zaman bir dile sığınsa, diğerini kaybetmekten korkardı.

Annesi ona Türkçe ninnilerle, babası ise Kürtçe destanlarla büyütmüştü.

Evde iki dil konuşulurdu ama tek bir duygu vardı: sabır.

Rêzan ise ondan üç yaş küçük kardeşiydi.

Lise ikiye kadar okumuş, sonra bırakmıştı.

“Bu toprak karnımı doyuruyor,” demişti bir gün babasına.

Sabahtan akşama kadar tarlada çalışır, susar, yorulur ama asla şikâyet etmezdi.

Alan tatillerde köye döndüğünde sabahları tandır kokusuyla, akşamları defterinin başında geçen saatlerle yaşardı.

Yazmayı seviyordu.

Belki yazar olmayacaktı ama yazmadan var olamayacaktı.

Bir akşam annesi kahve yaparken Alan’a baktı:

“Senin kalbin iki toprağın ortasında büyüyor Alan. Ama dikkat et, bazı topraklar ayak almaz, batarsın.”

Alan gülümsedi.

Rêzan o sırada avluda çapa temizliyordu.

Alan yazarken, Rêzan susuyordu.

Biri düşünüyordu, diğeri dayanıyordu.

İki kardeş, aynı evin iki farklı mevsimiydi.

O gece Alan defterine şu satırı yazdı:

“Ben iki dille doğdum ama her seferinde tek taraflı yandım.

Adım Alan. Ve bazı kelimeler artık sustu.”

Bölüm 2: Halep’teki Uğultu

Köyden Halep’e giden minibüs sabahın ilk ışıklarıyla yola çıktı.

Alan cam kenarında oturmuş, rüzgârın saçlarını dağıtmasına izin veriyordu.

Yan koltukta yaşlı bir adam çay termosu tutuyor, karşı çaprazda bir çocuk burnunu silmeden camlara nefes veriyordu.

Ve tüm yol boyunca, içinden sadece bir cümle geçiyordu:

“Bir dil anneme, bir dil babama ait. Peki ben nereye aitim?”

Üniversiteye geri dönmek Alan için sıradan bir okul dönüşü değildi.

Artık şehirde bir şeyler değişmişti.

Sokaklarda askerî kontrol noktaları artmış, duvarlara sloganlar yazılmış, kantin sohbetlerinde politik cümleler fısıltıya dönüşmüştü.

Ve Halep artık kitap kokmuyordu, barutun gölgesi yavaş yavaş mürekkebe karışıyordu.

Alan, Halep Üniversitesi’nin büyük demir kapısından içeri girerken birkaç öğrenciyle selamlaştı.

Ağaçların gölgesi kısalmış, güvenlik görevlilerinin kaşları sıklaşmıştı.

Ama sosyoloji binasının pencerelerinden hâlâ kahkaha sesleri sızıyordu.

Her şey bitmemişti.

Henüz değil.

Sınıfa girdiğinde, ilk dikkatini çeken şey Arapça, Kürtçe ve Türkçe yazılmış bir nottu panoda:

“Burası herkesin, ya da kimsenin.”

Bu cümle Alan’ın içini titretti.

Çünkü o, hep ortada kalanlardan olmuştu.

Ders başladı.

Hocası, yaşlı bir Ermeni profesördü: Berç Avedis.

Dersin başlığı: “Kimlik, mekân ve aidiyet.”

Berç Hoca tahtaya kocaman bir daire çizdi ve dedi ki:

“Sınırlar çizilirken harita değil, insan kesilir.

Ve kimlikler, kesiklerin üzerine yapıştırılan ilk yamadır.”

Alan not aldı.

Ama deftere değil, ruhuna.

Bu cümleyi ömrü boyunca taşıyacağını o an hissetti.

Öğle arasında kantine indi.

Kahvesini aldı, tek başına bir masaya oturdu.

Gözü duvardaki afişlerde takılı kaldı:

“Diren Halep! Diren Dera! Diren Hama!”

Savaşın ayak sesleri artık duvardaydı.

Ama herkes sessizdi.

Çünkü burada ses olmak, bazen kurşun olmak demekti.

Bir grup öğrenci hararetle konuşuyordu:

“Özgürlük istiyoruz.”

“Ama neye göre özgürlük?”

“Kimin için?”

Alan hiç karışmadı.

Sadece dinledi.

Çünkü o, sorularla büyümüş biriydi.

Cevaplarla değil.

O akşam yurda dönerken minibüste bir haber radyosu açıktı.

Sunucu Arapça konuşuyordu ama Alan anladı:

Dera’da iki genç daha kaybolmuştu.

“Kaybolmak” burada artık yeni bir kelimeydi.

Ve bazen “öldü” demek kadar gerçekti.

Yatağına uzandığında annesinin sesi geldi kulağına:

“Senin kalbin iki toprağın ortasında büyüyor Alan…”

Gözlerini kapadı.

Ama uyumadı.

Çünkü Halep, artık uyumayan bir şehir olmuştu.

Ve o gece defterine sadece bir cümle yazdı:

“Ben kelimeleri öğrenmek için geldim, ama şimdi hangisini hayatta tutacağımı bilmiyorum.”

Bölüm 3: Gözaltına Alınanlar, Gözaltında Kalanlar

“Ben kelimeleri öğrenmek için geldim, ama şimdi hangisini hayatta tutacağımı bilmiyorum.”

Bu cümleyi defterine yazdıktan sonra kalemi bırakmadı Alan.

Bir süre daha elinde tuttu.

Sanki kelimeler gitmesin diye kâğıda değil, zamana tutunuyordu.

Yatağına uzandı.

Ama uyumadı.

Çünkü Halep, artık uyumayan bir şehir olmuştu.

Pencereyi kapatmamıştı.

Dışarıdan uzak, donuk bir uğultu geliyordu.

Yakın değil, ama tehlikeli bir sessizlik gibi.

Sanki şehir nefes alıyor ama iç çekemiyordu.

Sabah olduğunda hava kararmış gibiydi.

Güneş doğmuştu ama Halep’in üzerindeki gökyüzü kapalıydı.

Yurdun yemekhanesine indi.

Çayı şekerli, ekmeği bayattı.

Ama gözaltına alınan Yunus’un adı, hâlâ tazeydi.

Yunus…

Alan’ın çocukluk arkadaşı.

Aynı minibüs, aynı patika yollar, aynı misket oyunu…

Sonra farklı liseler, farklı hayatlar.

Ama üniversitede tekrar kesişmişti yolları.

Bir gün kampüsün merdivenlerinde otururken Yunus şöyle demişti:

“Ben bir gün kaybolursam, adımı saklama Alan. Adımı duyur.

Çünkü biz burada ya susarak ölürüz, ya bağırarak kayboluruz.”

O söz, şimdi Alan’ın kulağında dökülüyordu.

Sınıfa gittiğinde Berç Hoca hâlâ yoktu.

Ama tahtada hâlâ o cümle duruyordu.

Kimse silmemişti.

Sanki bir tür yas gibi kalmıştı orada.

Kampüsün bahçesinde bir kalabalık vardı.

Beş-altı öğrenci sessizce bir köşede toplanmıştı.

Birbirlerine bakıyor ama konuşmuyorlardı.

Sadece bir kız, gözünde yaşla mırıldanıyordu:

“Yunus’u gözaltına aldılar. Ama nereye götürdüklerini kimse bilmiyor.”

Alan, bir adım geri çekildi.

Sanki adı geçen kişi değilmiş gibi.

Ama kalbi yakına çekiliyordu.

Yurdun odasında, akşam defterine sadece bir kelime yazdı:

“Kayboldu.”

Sonra durdu.

Altına bir satır daha açtı.

Ama yazamadı.

Çünkü bazı kelimeler yalnız başına kalmak ister.

Bölüm 4: İlk Duman, İlk Çığlık

Dördüncü günün sabahı gökyüzü hâlâ kapalıydı.

Ama bu defa gri bulutlar değil, yanan lastiklerin dumanı örtüyordu Halep’i.

Yurttan çıkmadan önce Alan, uzaktaki siren seslerini duydu.

İlk kez bu kadar yakındaydı kaos.

İlk kez bu kadar keskin kokuyordu is.

Kampüse giden yolun başında askerî kontrol noktası kurulmuştu.

Genç bir asker gözlerini Alan’a dikti.

Cüzdanı uzatırken parmakları titredi.

Asker bir şey demedi ama Alan’ın gözlerinin içine bakıp başıyla “geç” işareti verdi.

Üniversiteye vardığında kapılar açıktı ama kampüs bomboştu.

Hocalar gelmemişti.

Öğrenciler kendi aralarında küçük kümeler halinde toplanmış, tedirgin fısıltılarla konuşuyorlardı.

“Dün gece Bustan el-Qasr’da ilk protesto çatışması oldu.”

“Silah kullandılar mı?”

“Duyduğuma göre iki genç öldü, biri kaçtı.”

“Kürt müydü?”

“Araptı. Ama ne fark eder ki artık? Herkes hedef…”

Alan bu konuşmaların ortasında bir taş gibi duruyordu.

Söz geçmeyen bir boğaz, göz kırpmayan bir şehir gibi.

Yunus’tan hâlâ haber yoktu.

Ama artık sadece Yunus kayıp değildi… şehir yavaş yavaş kayboluyordu.

O gün kampüsün panosuna biri bir kâğıt asmıştı.

Daktilo fontuyla yazılmıştı.

Üç dilde: Kürtçe, Arapça ve Türkçe.

“Artık hiçbir kelime güvenli değil.”

Alan gözlerini o yazıya dikti.

Bir anda kulakları çınlamaya başladı.

Çünkü o anda uzaktan bir patlama sesi geldi.

Kısa, ani ve gerçekti.

İnsanlar koşmaya başladı.

Kimse neden kaçtığını bilmiyordu ama herkes kaçıyordu.

Alan sabit kaldı.

Ayakları gitmedi.

Sadece etrafına baktı.

Bir taşın üstüne oturdu.

Ve o an kendi içinde bir şeyin kırıldığını hissetti.

O gece yurda döndüğünde, kapıda askerler vardı.

Kimlik kontrolü yapıyorlardı.

Alan sıraya girdi.

Sorgu yoktu ama gözler çok fazlaydı.

Odası bomboştu.

Arkadaşı eşyalarını toplamış, gitmişti.

Alan defterini açtı.

Ama yazmadı.

Sadece bir kelimeyi uzun süre sayfaya bakarak düşündü:

“Artık hiçbir kelime güvenli değil.”

Bölüm 5: Karanlığın İçinden Gelen Teklif

Yurttaki koridor hâlâ sessizdi.

Ama o gece defterine yazmak yerine kapısını aralık bıraktı Alan.

Çünkü bazı gecelerde yazı değil, gölge gelir.

Sabaha karşı saat üç sularında odasının kapısı nazikçe tıklandı.

Kapının önünde üniformalı biri yoktu.

Sadece sade giyimli, ceketli bir adam vardı.

Elli yaşlarında, gülümsemeyen ama bağırmayan bir sesle konuştu:

“Alan Siyabend misin?”

“Evet.”

“Gelmeni istiyoruz. Kısa bir görüşme. Sorular yok, cevaplar yok. Sadece dinle.”

Alan bir şey demedi.

Ayakkabılarını giydi.

İçinden bir ses “gitme” dedi, ama başka bir ses “neden olmasın” diye fısıldadı.

Kampüs dışındaki bir sokağa yürüdüler.

Arabaya bindiler.

Camları karartılmış bir araçtı.

İçeride sigara içilmiyordu, ama duman hâlâ vardı.

Bu dumanın ne zamandır orada olduğunu Alan tahmin edemedi.

Yirmi dakika sonra beton duvarlı bir binaya girdiler.

Koridor sessizdi.

Bir odanın kapısı açıldı.

Masada bir adam oturuyordu. Siyah gömlekli, bıyıksız.

Önünde Alan’ın dosyası vardı.

Hiç bakmadan konuştu:

“Sen iyi bir öğrencisin.

Farklısın.

Sakin ama dikkatli.

Yazı yazıyorsun, ama propaganda değil.

Yani senin kalemin bizi tehdit etmiyor, belki kullanabiliriz.”

“Ne demek bu?”

“Halk karışıyor. Üniversiteler çözüyor.

Biz senin gibileri gözlemci olarak arıyoruz.

Kim ne yapıyor? Kim nerede duruyor?

Ajan değil, sadece kulak.

Karşılığında güvenlik sağlarız.

Senin, ailenin.

Ve eğer istersen, daha sonra farklı bir geleceğin olur… belki bir pasaportla, belki bir görevle.”

Alan’ın gözleri masanın üzerindeki boş bardağa takıldı.

Korkmadı.

Ama anlamadı.

Ne teklif edildiğini değil, ne kaybedildiğini anlamadı.

“Bana süre verin,” dedi.

“Zaten gece uzun,” dediler.

O gece Alan yurda döndü.

Kimse uyanmamıştı.

Ama onun içinde bir şey ayaktaydı.

Defterine tek bir cümle yazdı:

“Bazen karar vermezsin.

Bazen seni bir karara sürerler.”

Bölüm 6: İlk Görev

Üç gün boyunca kimse Alan’la temasa geçmedi.

Ne bir telefon geldi, ne bir zarf bırakıldı.

Yurttaki koridorlar aynıydı, kantindeki çay hâlâ bayattı.

Ama Alan artık aynı değildi.

O üç gün boyunca defterine bir tek kelime bile yazmadı.

Sanki kalem ona küsmüş gibiydi.

Ya da o, kelimelere…

Üçüncü günün sonunda kampüs çıkışında, eline bir kitap tutuşturuldu.

Kapağında “Büyük Suriye ve Kimlik Meselesi” yazıyordu.

Ama içi kesikti.

İkinci sayfaya küçük bir not sıkıştırılmıştı:

“Zaman başladı.

Kod: Gölge 03.

Hedef: Cemal Hıdır.

Yer: Kütüphane – Saat 16.20

Gözlemle.

Yorum yapma.

Sadece dinle.”

Alan notu katladı, cebine koydu.

Cemal Hıdır…

Adı tanıdıktı.

Tarih bölümü öğrencisiydi.

Alevi kökenliydi.

Sessizdi. Ama birkaç ay önce kampüste bir afiş asarken görülmüştü:

“Halep halkındır. Halk susmaz.”

Alan saat 16.10’da kütüphaneye girdi.

Üçüncü sıradaki masada Cemal oturuyordu.

Elinde bir kitap değil, boş bir defter vardı.

Sadece sayfalara bakıyordu.

Sanki yazmaktan vazgeçmiş bir kalbin içinde oturuyordu.

Alan üç masa öteye geçti.

Kitap alır gibi yaptı.

Sonra gölge gibi oturdu.

Cemal o sırada bir cümle mırıldandı, sesi duyulmayacak kadar düşüktü ama Alan kulağında yankılandı:

“İnsanı kelimeler öldürmez. Ama kelimesiz bırakmak öldürür.”

Alan’ın içi titredi.

Sanki o cümle kendisine söylenmişti.

Sanki o da o deftere bakıyordu.

Görev tamamlandı.

Gözlem yapıldı.

Rapor yazılacak.

Ama o gece Alan hiçbir şey yazamadı.

Ne istihbarata, ne defterine.

Sadece bir cümleyle kaldı:

“Onu ihbar etmedim. Ama koruyamadım da.

Ve bu, en büyük sessizliktir.”

Bölüm 7: Gölgede Kalan Karar

Raporu teslim etmediği üçüncü günün sabahında kapısı yine çalındı.

Aynı adam, aynı yüz, aynı ses:

“Kararsızlık da bir seçimdir.

Ama o seçimi sen yapmadın Alan.

Senin için karar verildi.

Artık sen bizimlesin.”

Alan, ne hayır dedi ne evet.

Sadece ayakkabılarını giydi.

Çünkü artık “evet” de, “hayır” da aynı kapıya çıkıyordu.

Bir devlet dairesine götürüldü bu kez.

Bir yeraltı arşiv katına.

Loş ışık, çürümüş evrak kokusu ve…

…bir isim listesi.

Alan’a bir dosya verdiler:

“Halep Üniversitesindeki Potansiyel Unsurlar”

Fotoğraflar, isimler, bölümler.

Bazılarına kırmızı işaret konmuştu.

“Bunlar sadece isim değil.

Bunlar, ilerideki kurşunlardan hangisinin nereye gideceğini belirleyecek hedefler.

Sen artık hedef belirleyenlerden birisin.”

Alan dosyayı aldı.

Gözleri Cemal Hıdır’ın fotoğrafına takıldı.

Altında kırmızı bir çarpı yoktu.

Ama olur muydu?

Bilmiyordu.

Bunu sadece “bildiren” bilebilirdi.

Bölüm 8: Sessiz Duvarlar Arasında

Alan’a ilk defa kimliksiz bir kart verildi.

Üzerinde isim yoktu.

Sadece bir seri numarası: 386–21.

“Bu, içeriden geçiş kimliğindir.

Bu kartı alan konuşmaz, sorulursa tanımaz.

Ama ne görürse, unutmaz.”

Onu Halep’in dışında eski bir devlet binasına götürdüler.

Binanın ön cephesi hâlâ paslı bir demir tabela taşıyordu:

“Tarım ve Hayvancılık İl Müdürlüğü.”

Ama artık ne tarım vardı, ne hayvancılık.

Sadece duvarlar ve duvarların konuşmadığı odalar.

Alan, binanın bodrumuna indirildi.

Koridorlar rutubet kokuyordu.

Bir kapı açıldı.

İçeri girdiğinde karşısında bir masa, bir sandalye ve arkasında bağlı bir adam vardı.

Başı öne düşmüştü.

Yüzü görünmüyordu.

Görevli bir adam Alan’a döndü:

“Bu senin ilk yüzleşmen.

Yalnız kalacaksın.

Konuşmana gerek yok.

Sadece hisset.”

Kapı kapandı.

Alan yalnız kaldı.

Adam başını kaldırdı.

Gözleri mor, dudağı patlamıştı.

Cemal Hıdır.

Cemal onu tanımadı.

Ya da tanıdı da söylemedi.

Sadece mırıldandı:

“Bir kitap gibi açıldık hepinizin önüne.

Ama siz sadece kapağımıza baktınız.”

Alan içinden bağırmak istedi.

“Sana ihanet ettim.”

Ama sustu.

Çünkü artık o duvarların içinde bağırmak, sadece yankı getiriyordu.

Cemal tekrar konuştu:

“Ben konuşmayacağım.

Çünkü kelimelerimi çoktan aldınız.

Ve bu sessizlik, sizin de mezarınız olacak.”

Kapı açıldı.

Görevli içeri girdi.

Alan’a döndü:

“Bundan sonrası bize ait.

Sen raporunu yazarsın.”

Alan dışarı çıktı.

Hava almak için durdu.

Ama hava da demir kokuyordu.

Yurda döndü.

Gece defterini açtı.

Uzun süre boş sayfaya baktı.

Sonunda sadece bir cümle yazdı:

“Cemal sustu.

Ama içimde bir çığlık hâlâ bağırıyor.”

Bölüm 9: Harita Üstünde Unutulan Ülke

O yıl, Halep’te saatler artık patlamaya göre ayarlanıyordu.

Sabah ezanı değil, ilk bomba sesiyle uyanıyordu insanlar.

Marketler boştu, fırınlarda sıradan çok silah vardı.

Artık herkes ya bir taraftaydı…

…ya da sadece “ortada kalmıştı.”

Alan hâlâ istihbarat binasında çalışıyordu.

Ama artık gözlem değil, “tahlil” yapıyordu.

Önüne dosyalar geliyor, şehir şehir analiz istiyorlardı.

Bir dosyanın kapağında şu yazıyordu:

“Suriye’de Dış Güçlerin Rolü – Gizli Değerlendirme (İç Servis Arşivi)”

Alan ilk defa böyle bir dosyayı okuduğunda, kendi defterine sessizce şu cümleyi not etti:

“Biz kendi hikâyemizi yazamadık.

Başkaları kalemi çoktan almıştı.”

İlk Kıvılcım: Dera

Bir grup çocuğun duvara “Sıra sana da gelecek doktor!” yazmasıyla başladı.

Çocuklar işkence gördü.

Ve bu, Dera’da halkın sokağa çıkmasına neden oldu.

Barışçıl gösteriler bastırıldı.

İlk kurşun devletin silahından çıktı.

Arap Baharı’nın Sırtında Suriye

Tunus’ta bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlayan Arap Baharı,

Mısır’da diktatörü devirdi,

Libya’yı paramparça etti.

Ve şimdi Suriye’ye ulaşmıştı.

Ama bu defa içerideki yangını dışarıdan körükleyenler vardı.

Suriye’yi Karıştıran Devletler (Alan’ın gözünden notlar)

İran

“Rejimin can damarını koruyor.

Hizbullah üzerinden Şii milisleri getiriyor.

Amaç sadece Esad değil, İran’ın mezhebi nüfuzunu Suriye üzerinden Lübnan’a kadar yaymak.”

Rusya

“Suriye’nin denize açılan kapısı: Tartus Limanı.

Esad giderse Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki eli kesilir.

Bu yüzden önce diplomasi, sonra doğrudan uçaklar geldi.”

Türkiye

“Başta ‘kardeş Esad’, sonra ‘düşman Esed’ oldu.

Müslüman Kardeşler’le yakın muhalif grupları destekledi.

Sınırlar açıldı, silahlar geçti.

Ama sonra işler kontrolden çıktı.”

Amerika

“Rejimi devirmek için doğrudan gelmedi.

IŞİD çıkınca müdahil oldu.

Ama esas mesele: İran’ı çevrelemek.

Kürt güçlerle iş birliği yaptı, sahayı bölüştü.”

Suudi Arabistan & Katar

“İslami muhalefete para akıttılar.

Ama para nereye gittiyse silah da oraya gitti.

ÖSO, Nusra, Ahrar eş-Şam… kimse artık tam olarak kim olduğunu bilmiyor.”

Ve İçeride Ne Oldu?

• Muhalefet parçalandı.

• Kürtler özerklik ilan etti.

• Rejim şehirleri bombaladı.

• Muhalifler şehirleri yaktı.

• IŞİD ortaya çıktı, kafa kesti.

• İnsanlar sadece iki şeyden kaçıyordu:

Devlet ve devletsizlik.

Alan bir akşam Halep haritasına uzun uzun baktı.

Şehir, artık üç renkten oluşuyordu:

Kırmızı – rejim,

Yeşil – muhalifler,

Sarı – Kürt bölgeleri.

Ve defterine yazdı:

“Suriye artık bir ülke değil.

Renklerin savaştığı bir kâğıt parçası.

Ve biz… sadece lekesiyiz.”

Bölüm 10: Kırık Ülkenin Sessiz Çığlığı

Suriye artık şehirlerden oluşmuyordu.

Harabelerden, çukurlardan, boş binalardan, yanmış oyuncaklardan, duvara yaslanmış ellerden ibaretti.

Bir zamanlar oyun oynanan sokaklar şimdi sadece ceset taşıyordu.

Bir zamanlar dua edilen camilerde artık bomba yankısı vardı.

Ve bir zamanlar devletin hizmet binası olan yerlerde şimdi işkence vardı.

Kadınlar doğuramıyordu.

Çünkü doğumhaneler bombalanmıştı.

Çünkü ebeler kaçmıştı.

Çünkü kan yoktu, temiz su yoktu, elektrik yoktu.

Çocuklar susuyordu.

Çünkü duvarlar üzerlerine yıkılmıştı.

Çünkü anneleri “radyonuzu kısın” diyemiyordu artık.

Çünkü susmak, hayatta kalmanın ilk şartıydı.

Erkekler ağlıyordu.

Ama birbiriyle değil, toprağıyla kavga ediyordu.

Çünkü “kimin safındasın” sorusu, artık “yaşayacak mısın” demekti.

Şam sessizdi. Halep yanıyordu. Humus unutulmuştu. Rakka bıçak altındaydı. Dera çığlık atıyordu.

Ama dünya ekran karşısındaydı.

Ateşkes oyunları

“Ateşkes çağrısı yapıyoruz.”

– Birleşmiş Milletler

“İnsani koridorlar açılmalı.”

– Fransa Dışişleri

“Kimyasal kullanıldığına dair endişeliyiz.”

– Amerika Birleşik Devletleri

Ama aynı saatlerde…

• Rus uçakları İdlib’i bombalıyordu.

• İran milisleri Şii bölgelere yürüyor, mahalleleri yakıyordu.

• Türkiye sınırdan grupları geçiriyor, destekliyor, bazen çatışmaya giriyordu.

• Suudi Arabistan ve Katar para yolluyordu – ama nereye gittiği belli değildi.

Ve çocuklar hâlâ ekmek kuyruğundaydı.

Bir anne:

“Biri kocamı aldı.

Biri oğlumu.

Biri evimi.

Peki bu gökyüzü neden hâlâ burada?”

Bir genç:

“Ne zaman bir uçak sesi duysam, adımı unutuyorum.”

Bir yaşlı adam:

“Kendi mezarımı kazarken, torunumu sırtımda taşıdım.

Ve hâlâ buna savaş diyorsunuz.”

Alan bu sesi duymuyordu artık.

Çünkü artık halk değil, istihbarat konuşuyordu onunla.

Ama bir gece rüyasında bir kadın gördü.

Kadının elinde bir çocuk, diğer elinde bir valiz vardı.

Kadın ona döndü ve şöyle dedi:

“Kimin tarafındasın oğlum?

Benim tarafım sadece bir evdi.

Şimdi o bile yok.”

Alan uyandı.

Ve defterine yazdı:

“Savaşta taraf olmaz.

Sadece kaybedenler olur.

Ve en çok susanlar ölür.”

Bölüm 11: Kimin Savaşı Bu?

Binalar yıkılırken çığlık duyamazsın.

Çünkü taş, sesi ezer.

Beton, canın üzerine düşer.

Ve toz…

Toz her şeyi örter.

Gerçeği de, cesedi de.

2012’nin sonu geldiğinde,

Suriye artık bir harita değil, bir yarıktı.

Ve o yarığın iki tarafında artık halk değil,

ölüm biçimleri vardı.

Devlet ne yaptı?

Devlet, önce sustu.

Sonra korktu.

Sonra bastırdı.

Şam’dan verilen emirle, Hama’da tanklar sokaklara çıktı.

Halep’te varil bombaları gökten düştü.

Humus’ta elektrikler kesildi, sonra toplu mezarlar kazıldı.

Devletin içindeki generallerin bir kısmı kaçtı,

bir kısmı sustu,

bir kısmı halkını hedef aldı.

Tartus’ta lüks sitelerde üst kademe aileler saklandı.

Askerî yetkililer çocuklarını Lübnan’a, Dubai’ye gönderdi.

Ama halk sınırdan yürüyerek kaçmak zorunda kaldı.

Peki halk ne yaptı?

İlk başta devlete güvendi.

Sonra güvensizlik başladı.

Komşular birbirinden korktu.

Aynı binada biri “rejimci”, diğeri “karşıt” oldu.

Gençler silahlandı.

Ama kimin için savaştıklarını bilmeden.

Bir kısmı ÖSO’ya,

bir kısmı Nusra’ya,

bir kısmı IŞİD’e,

bir kısmı Kürt gruplara katıldı.

Bazıları sadece annesini korumak için eline silah aldı.

Bazıları ganimet için.

Bazıları, sadece nefret için.

Ve dışarıdan gelenler?

• Çeçen paralı askerler geldi, “cihad” için.

• Irak’tan gelen Şii milisler, “mezhep savaşı” için geldi.

• Fransa pasaportlu bir keskin nişancı, Hama’da bir otelin çatısında bulundu.

• Sudanlı bir paralı asker, Halep’te kadınlara tecavüz ettiği için yerel halk tarafından linç edildi.

• Libya’dan gelen silahlar, İdlib’e ulaştığında artık nereden geldiğini kimse bilmiyordu.

Savaşta ne oldu?

• Kadınlar çocuklarıyla evin bodrumuna saklandı.

Ama çatılar çökünce hepsi birlikte öldü.

• Erkekler “nöbet tutmak” için dışarı çıktı.

Sabah cesetleri sokakta bulundu.

• Kız çocukları tecavüze uğradıktan sonra infaz edildi.

Çünkü “utanılmasın” istendi.

• Ekmek kuyruğunda insanlar keskin nişancı kurşunuyla öldü.

Kurşun nereden geldiğini sormadı.

• Bebekler açlıktan ağlamayı bile unuttu.

Çünkü annelerinin memesinde süt yoktu.

• Bazı cesetler toplu mezarlara gömülemedi.

Çünkü mezar kazacak kürek bile kalmamıştı.

Peki dünya ne yaptı?

• Birleşmiş Milletler kınadı.

• Amerika “kırmızı çizgimiz kimyasal silah” dedi.

Kimyasal kullanıldı, hiçbir şey yapmadı.

• Rusya veto etti.

Çin sessiz kaldı.

Avrupa konferans yaptı.

• Türkiye kamp kurdu.

İran ordu gönderdi.

Katar para yolladı.

Ama hiçbiri acıyı almadı.

Hiçbiri halkı dinlemedi.

Hiçbiri susturulan bebekleri duymadı.

Alan bu sahneleri artık televizyonda değil, gerçek hayatta izliyordu.

Bir duvarın arkasında üç ceset gördü.

Yanlarında hiç kan yoktu.

Sadece bir elma vardı.

Ve üstünde çamurla yazılmış bir cümle:

“Biz kimseye karşı değildik.

Ama herkes bize karşıydı.”

Alan o gece defterini kapattı.

Çünkü artık kelimeler gerçeği anlatmıyordu.

Artık sadece gözleri anlatıyordu.

Ve gözleri yanıyordu.

Bölüm 12: Gitmek mi Kolay, Kalmak mı?

Siz daha önce hiç ölümü beklerken sevdiklerinizin gözünün içine baktınız mı?

Peki ya üstünüz başınız islak öyle suyla değil, kanla ıslanmışken uyuyakaldığınız oldu mu?

Gecenin yarısı üzerinize bomba yağdı mı hiç?
Evinizin çatısına roket isabet etti mi?

Kendi canınızdan vazgeçip, sevdiklerinizi kurtarmak için
üzerinize yağan mermilere rağmen koştuğunuz oldu mu?

Sabah güneşini beklerken,
en sevdiğinizin cenazesiyle beraber beklediniz mi?

Savaş artık sadece bir kelime değildi.
Savaş, evin içine düşen bir gerçekteydi.
Savaş, tabakta yarım kalmış ekmekteydi.
Savaş, gözyaşı akamayan çocukta,
üstünü örtemediğin annende,
adını unutan komşundaydı.

Ve ben…
bütün bunlara rağmen hâlâ yaşıyordum.

Kendi kendime sordum:
Gitmek mi kolay, kalmak mı?

Belki siz de bu soruyu sordunuz bir gün…
Sevdiğinizle vedalaşırken…
Lise yıllarınızda bir aşkınızdan ayrılırken.
Ama ben bu defa ülkemden ayrılıyordum.
Yani kimliğimden.
Kökümden.
Toprağımdan.

Çünkü benim savaştığım başka bir devlet değildi.
Benim düşmanım, ülkemin içindeki diktatördü.

Basra rejimi, devletin bütün tankları ve tüfekleriyle kendi halkına saldırıyordu.
Ve o tankları, o silahları onlara biz vermiştik.

Yıllarca bu halk,
ülkenin bütün kaynaklarını onların eline bıraktı.
Babadan oğula geçen bir taht,
bir tahtın etrafında yıkılan bir ülke vardı.

Ve şimdi o "kralımız",
bizi öldürmek için her şeyi bize karşı kullanıyordu.

Dünya sessizdi.

Sadece birkaç kınama mesajı…
Sosyal medyada birkaç üzgün yüz emojisi…
Ve diplomatik toplantı masalarında soğuk kahveler…

Hani Irak'a barış getirenler?
Hani çocuklara şarkı söyletenler?
Biz ölürken onlar neredeydi?

Bölüm 13: Komşu Kapısına Sığınılmazmış Meğer

Gitmekten başka çaremiz yoktu.
Ve biz artık komşularımıza çay içmeye, yemek yemeye gitmiyorduk.
Her şeyimizi arkamızda bırakıyorduk.
Kimliğimizi, evimizi, geçmişimizi…

Müslüman ülkeler kapılarını kapatmıştı bize.
Avrupa Birliği, Türkiye ile pazarlığa oturmuştu.
Bizim artık yeni bir ismimiz vardı:
Mülteci.

Türkiye, bu kadar insanı ülkesine almak istemiyordu — haklıydı.
Ama bizim de gidecek başka hiçbir yerimiz yoktu.

Nihayet annemin doğduğu şehir olan Hatay’a,
yani Türkiye sınırına doğru yola koyulduk.

Sınır dediğin öyle “komşu kapısı” değildir.

Zile basamazsın,
tokmağa vuramazsın,
"Hu hu komşu, biz geldik" diyemezsin.

İnsan yığını diye bir şey duydun mu?
Görmedinse, tarif edemem.
Ama ben gördüm:
Yaşamak için, sadece sevdiklerini kurtarmak için üst üste yığılmış binlerce insan.

Herkes yanında bir şeyler taşıyordu:
Kimisi birkaç kıyafet,
kimisi evinin tapusunu,
kimisi hasta annesini,
tıpkı bir valiz gibi sırtına yüklenmiş hayat.

Komşunun kapısına böyle dayanmıştık işte.

Ama yaşadıklarımızı anlatmak kolay değil.
Görmeniz gerek.

Evinizde hafif bir huzursuzluk olduğunda bile rahat uyuyamayan çocukları düşünün…
Peki ya ülkenizde gece roket düşerken,
üstünüze moloz yağarken
nasıl uyuyabilirsiniz?

Top sesleri kulaklarımızı zonklatıyordu.
Karnımız açtı.
Üstümüz perişandı.
Ama ben aileme sahip çıkmalıydım.

Benim bir avantajım vardı:
Annemin ailesi Hatay’da yaşıyordu.
Telefonu eline aldı ama başka bir ülkeyi aramak için kontör gerekiyordu.
Ve sınır kapısına yaklaşmak da yasaktı.
Kimliksizsen, ülkeye giremezdin.

Türkiye hâlâ bizim için pazarlık yapıyordu.
Avrupa, özellikle Almanya:

“Suriyeli istemiyoruz.
Türkiye’ye biraz para veririz,
onlar orada yaşasınlar.”

Türkiye insanî olarak elinden geleni yapmak istiyordu,
ama bizim masrafımız vardı.

Biz artık mülteciydik.
Petrol kuyularımız yoktu.
Toprağımız elimizden alınmıştı.
Kimse mülteciyi kolay kolay almak istemezdi.
Çünkü mülteci demek; yük demekti.

Ama kimse,
bir mültecinin ne kadar ağır bir geçmiş taşıdığını,
ne kadar az geleceği olduğunu bilmiyordu

Bölüm 14: Beklemek de Bir Ölüm Biçimidir

Kapıya vardığımızda, artık kapı yoktu.
Sınır dediğin bir çizgidir derler,
ama o gece…
biz o çizginin ne ucunda, ne ötesindeydik.
Biz çizginin altında eziliyorduk.

Üst üste dizilmiş binlerce insan…
Ama hiç kimse birbirine çarpmıyordu.
Çünkü orada kimse “bir yere gitmeye” çalışmıyordu.
Herkes sadece ölmemeye çalışıyordu.

Kadınlar battaniye değil,
çocuklarını örterek uyuyordu.

Çocuklar artık ağlamıyordu.
Çünkü çok ağladıkları zaman insanın sesi kaybolur.

Bir çocuk annesine sordu:

“Anne, bu gece bizim evimiz neresi?”
Annesi yere bir taş koydu,
çocuğun başını onun yanına yatırdı.
“İşte burası kızım, bu taşın yanıdır evimiz artık…”

Hava çok soğuktu.
Ve soğuk dediğin şey sadece hava değilmiş meğer…
İnsanın beklemesi de üşütürmüş.
Umut da donar,
kan da.

Bir baba yere oturdu.
Yorgundu.
Ama uykusuzluktan değil.
Kızının ayaklarını artık taşıyamadığı için,
onu yolda bırakmak zorunda kalmıştı.

Kız çocuğu yürürken “ben biraz yavaşlayacağım baba” demişti.
Baba “bekle, geri döneceğim” dedi.
Ama bir daha dönemedi.

Gecenin ortasında, sınır telinin önüne bir kadın yaklaştı.
Bebek bezi, çocuk maması ve kuru ekmek istedi.

Asker cevap verdi:

“Listede yoksun.”

Kadın, yanındaki battaniyeyi yere serdi.
Bebeğini battaniyenin ortasına bıraktı.
Kendisi iki adım geri gitti.
Ve sadece şunu dedi:

“Listeye onu yazın,
ben zaten çoktan silindim.”

Ve o an…
bir asker bile ağladı.
Ama emir gelmeden bir şey yapamadı.

Sınır öyle bir yerdi ki,
ne ileri gidebilirdin,
ne geri dönebilirdin.
Adın vardı, pasaportun yoktu.
Ailen vardı, ülken yoktu.
Canın vardı, yerin yoktu.

Alan, o gece sınırın dışında değil,
tam ortasında kaldı.

Ne ülkesine dönebildi,
ne öbür tarafa geçebildi.

Sadece defterine şunu yazdı:

“Bazı insanlar kaçmaz.
Bazı insanlar sadece çıkış yolu kalmadığı için yürür.
Ve bu yürüyüş, bazen ölümden daha ağırdır.”


Bölüm 15: Sınırdan İçeri, Hayattan Dışarı

Gecenin ortasında varmıştık sınıra.

Hatay’ın toprağında ayak izleri yoktu,

çünkü herkes yorgunluktan yere çökmüştü.

Cilvegözü sınır kapısına beş kilometre kala durdurulduk.

Askerler “buradan ileriye sivil geçemez” dediler.

Kimliğimiz yoktu.

Pasaport zaten çoktan anlamını yitirmişti.

Elimizde birer valiz, sırtımızda yorgunluk, içimizde korku.

Ve önümüzde;

beton duvarlar, tel örgüler, makineli tüfekler ve megafon sesleri…

“İçeri girmek için hangi belgeler gerekiyor?”

Hiçbirimiz bilmiyorduk.

Çünkü biz belge toplamaya değil,

hayatta kalmaya çalışıyorduk.

Sınırın Türkiye tarafında TSK,

Suriye tarafında rejim kontrolü.

Arada ise biz:

Ne vatandaştık, ne suçlu, ne de misafir.

Sadece fazlaydık.

Gözaltına alınmamak için gruplar hâlinde ilerledik.

Bazılarımız dikenli tellerin altından sürünerek geçti.

Bazıları para verip kaçakçı tuttu.

Bazılarıysa sabaha kadar bekledi;

belki bir görevli merhamet eder diye.

Bir kadının kimliği elindeydi.

Üç yaşındaki oğlunun göğsüne sıkıca bastırmıştı.

Görevli sordu:

“Annesi nerede?”

Kadın cevap verdi:

“Ben onun annesiyim. Ama artık bu kimlik bana ait değil.

Ben şimdi sadece onun gölgesiyim.”

Bazılarımız Türkiye’ye girdi,

“geçici koruma” adıyla.

Yani ne mülteciydik ne sığınmacı…

Sadece “geçici”ydik.

O kelime gibi…

Hayatımız gibi.

Geçici barınaklar,

Geçici kimlikler,

Geçici yaşamlar…

Bir kamyona yedi kişi sıkıştık.

Sınırı geçerken nefes bile almamaya çalıştık.

Çünkü sınırda sadece asker değil,

köpekler de vardı.

Köpek sesine çocuk ağlaması karıştı.

Anne ağzını kapattı çocuğun.

O an orada, nefes değil vicdan tutuldu.

Türkiye’ye girdik.

Ama içeri değil,

dışarı alınmış gibi hissettik.

Sanki bu dünya büyük bir daireydi ve biz dış çizgisine fırlatılmıştık.

Kampın kapısında bekletildik.

Sadece bekledik.

Çünkü başka hiçbir şeyimiz yoktu.

Bir kadın yerde battaniye serdi,

üzerine çocuğunu yatırdı,

kendisi dışarıda sabahladı.

Sabah olunca görevli geldi:

“Kaç kişisiniz?”

Kadın cevap verdi:

“Biz sayılmayız…

Çünkü biz zaten yok sayıldık.”

Alan bu sahnede konuşmadı.

Çünkü burada artık konuşmanın anlamı yoktu.

Defterine yazmadı.

Çünkü burada artık yazının karşılığı yoktu.

Sadece taş bir duvara yaslandı.

Ve gözleriyle haykırdı:

“Burası Türkiye değil.

Burası insanlığın sınav noktasıdır.”

Bölüm 16: Misafirlik Uzarsa Sessizlik Bozulur

Türkiye’ye girdiğimizde bir çadırın içine girdik.
Ama o çadırdan önce bir ülkenin gözüne girdik.
Kimi bizi gerçekten kardeş gibi karşıladı,
Kimi ise gözünü kaçırdı, başını öteye çevirdi.

Türk halkı ilk günlerde çok misafirperverdi.
Ekmek verildi, yorgan açıldı, çocuklara şeker dağıtıldı.
Çünkü onların dedeleri de savaş görmüştü,
onların da hikâyelerinde hicret, kaçış, kurşun vardı.

Ama sonra…
kalınan günler çoğaldı.
Ve biz, “misafir” değil, “sorun” olarak görülmeye başladık.

Kira 250 liraydı, 800 oldu.

Bir gece uyandık, barındığımız evin sahibi geldi.

“Siz çok kalıyorsunuz.
Bundan sonra kira 800.”

Komşunun komşuya söylediği şeydi bu.
Ama o ev, kaçtığımız ölümün ardından sığındığımız tek yerdi.

Kimliğimiz yoktu, çalışma iznimiz yoktu.
Ama yaşamak için bir ev gerekiyordu.
Ev için para gerekiyordu.
Ve para için ya çalışmak, ya da susmak gerekiyordu.

“Misafir misafirliğini bilmezse…”

Bazı Türkler derdi ki:

“Misafirlik bir yere kadardır.
Misafir, misafir olduğunu bilmezse ev sahibi ona tokat atar.”

Bu söz bazen çok ince,
bazen çok açık bir tehdit gibi söylenirdi.

Bazı Suriyeliler gerçekten taşkınlık yaptı.
Bazıları kavga etti, bazıları kuralları umursamadı.
Gençleri bazı mahallelerde kabadayı gibi gezdi.
Kimi şehirde korku yayıldı.

Ama bazıları…
sadece susuyordu.
Sadece çalışıyordu.
Sadece çocuk büyütüyordu.

Ama artık herkes aynı görünüyordu.
Birinin hatası, herkesin sırtına bindirildi.

Siyaset karıştı.

Bazı siyasi partiler dediler ki:

“Suriyeliler gitsin.
Bu ülke bizim.”
“Vergimizi onlara harcamayın.”
“Kendi insanımız açken başkasına ekmek yok.”

Bazı partiler ise:

“Bu insanlar bizim misafirimizdir.”
“İnsanlık nerede kaldı?”
“Onlar giderse vicdan da gider.”
diyerek sahip çıktı.

Ama siyaset kavga ettikçe,
biz iki tarafın ortasında ezildik.
Seçim zamanı kartvizit olduk.
Kriz olunca ilk hedef bizdik.

Türkler haklıydı.

Ama biz haksız değildik.

Bir ülkeye milyonlarca insan girince düzen bozulur.
Bu doğru.
Ama hiç kimse çocuklarına “ölümle yaşam arasında tercih yap” demek istemez.

Bazı Türkler derdi:

“Keşke gitmeseydiniz.”
Biz de cevap veremezdik.
Çünkü biz de zaten hiç gelmek istememiştik.

Alan, bir parkta oturduğu gün,
iki yaşlı adamın konuşmasına kulak verdi.

Biri dedi ki:

“Biz bunları çok tuttuk.
Bizi geçtiler.”
Diğeri cevap verdi:
“Tutmasaydık, ölümlerini izlerdik.
Hangisi daha kötü?”

Alan o gün defterine yazdı:

“Misafirlik uzadı, ev sahipliği bozuldu.
Ama asıl kırılan, insanlığın terazisiydi.”


Bölüm 17: Suyun Öbür Tarafı

Edirne soğuktu.
Ama Alan’ın yüzü daha soğuktu.
Çünkü burada hava değil,
umudun donduğu yerdi.

Suriyeli gruplar sessizce bir araya gelmişti.
Çocuklar ayakta uyuyordu.
Kadınlar eşyalarını çuvallara sarmıştı.
Genç erkekler ise sessizdi —
çünkü ne konuşsalar, gelecek hakkında bir cümle kuramıyorlardı.

“Meriç’i geçebilir miyiz abi?”

Bu soruyu kime sorsan başka cevap alırsın.
Ama o gece, yanlarına gelen adam tek cümleyle konuştu:

“Geçiririm. 4000 euro kişi başı.”

Alan önce ses çıkarmadı.
Sonra içinden geçirdi:
“Ölümden kaçarken, hayat bu kadar pahalı mı olur?”

Bir kadın yanıt verdi:

“Biz dört kişiyiz.
Üç binimiz bile yok.”
Adam gözlerini kısarak baktı:
“O zaman dua edin.
Belki su sizi sever.”

Kaçakçı, grubun toplanacağı saati verdi:

“Gece 2’de buradan alacağım.
Sessiz olun.
Işık açmayın.
Ağlayan çocuk varsa bu gece geçemez.
Telefonları kapatın.
İsminizi unutun.
Sadece yürüyün.”

Saat gece 2.
Minibüs geldi.
20 kişi arka tarafa sıkıştırıldı.
Kapılar kapandı.
Karanlık içinde herkes birbirine tutundu ama kimse kimseye bakmadı.

Çünkü herkesin gözünde aynı şey vardı:
Ya hayat… ya göçük gibi bir sessizlik.

Yarım saatlik bir yolculuktan sonra minibüs durdu.
Kaçakçı fısıldadı:

“İn. Koşma.
Ağaçların arasında yürüyün.
Dereye varınca ses çıkarma.
Orası Meriç.
Suyun öbür tarafı Yunanistan.”

Ay ışığı bile korkuyordu o gece.
Ağaçlar sanki sessizliği örtüyordu.
Meriç’in kenarına geldiklerinde
su akmıyordu sanki —
sanki su da bekliyordu.

Bot şişirildi.
Kaçakçı bağırdı:

“Yedi kişi bir seferde.
Çocuklar ortada, kadınlar kenarda.
Erkekler itmesin.
Dengenizi kaybederseniz düşersiniz.
Düşerseniz,
şanslıysanız geri dönersiniz,
şanssızsanız… unutulursunuz.”

Bir çocuk fısıldadı annesine:

“Anne, bu su acı mı?”
Kadın titreyerek yanıt verdi:
“Su susmaz oğlum, biz sustuk.”

Alan bota binmeden önce durdu.
Ayağındaki toprağa baktı.
Doğduğu toprak değil,
yaşadığı toprak da değil.
Ama ölümün kıyısıydı.

Defterini çıkardı.
Elini titreyerek yazdı:

“Bizi ne bir ülke kabul etti,
ne bir halk sahiplendi.

Ama bu su,
ya bizi affedecek…
ya sonsuza dek saklayacak.

Bir gecede…
Vatan dedik, vurulduk.
Misafir dedik, kovulduk.
İnsan dedik,
Unutulduk.

Bölüm 18: Kıyıya Vuran Sessizlik

Yunanistan’ın kıyısına vardıklarında,
denizden önce bir sessizlik karşıladı bizi.
Ne silah sesi vardı,
ne köpek havlaması,
ne de göğe bakan bir asker.

Sadece dalga.
Ve kıyıda unutulmuş bir çift ayakkabı.

Ayak bastığımız toprak yabancıydı,
ama bastığımız duygular tanıdıktı:
Korku, şükran, utanma ve tükenmişlik.

Sahil boyunca yürürken,
bir kadının battaniyeye sarılmış bir şey taşıdığını gördük.
Çocuğunu arıyordu.
Dalgaların arasında kaybolmuştu.
Adını haykırmıyordu.
Çünkü artık ismin bir anlamı yoktu.

Sadece tekrarlıyordu:

“Ben onu denizde doğurmadım…
Ama karaya da cenazesini vurdular.”

Alan orada durdu.
Yüzünü denize döndü.
Dalgaların kıyıya attığı yosunları değil,
unutulmuş insanlıkları izledi.

Defterini açmadı bu defa.
Çünkü yazacak bir kelime yoktu.
Yazı susmalıydı.
Çünkü insanlık bağırıyordu.

Sığınma başvuruları başladı.
Yüzlerce kişi sıradaydı.
Bazılarını aldılar.
Bazılarına kağıt verdiler.
Bazılarına sadece sırt çevirdiler.

O an anladık ki,
ülke değiştirmek, acıyı değiştirmiyor.

Bir çocuk, karaya vurmuş oyuncak bir ördeği aldı.
Öptü.
Sonra annesine döndü:

“Burası oyun parkı mı, anne?”

Anne cevap vermedi.
Gözyaşı değil, deniz tuzu aktı yüzünden.

Alan son kez defterini açtı.
Ve sadece bir cümle yazdı:

“Biz ölmedik.
Sadece bize kimse yaşama hakkı vermedi.

Kalemden kalbe, saygılarımla.

Gölgede doğdu,düzeni susturdu

düzeni susturdu

düzeni susturdu

Bu hikâye bir adamı değil, bir sistemin kalbindeki sessizligi anlatıyor

bir sistemin kalbindeki sessizliği anlatıyor.


Roman - Bölüm 1: Doğum ve Yolculuk

15 Şubat 1989’da, Halepçe’de dünyaya gözlerimi açtım. Fırtınalı bir geceydi. Köyümüzde doktor yoktu, sağlık ocağı bile bulunmazdı.

Beni dünyaya getiren kişi nenemdi, aynı zamanda köyün tek ebesiydi. Doğumumun ardından nenem, beni kız sanmış ve bu nedenle yeni doğum yapan annenin yanına bırakıp gitmek istemişti. Ancak yengem, gerçeği fark etti. Ben erkektim. Nenemin bunu bilmesine rağmen sakladığını düşündü; çünkü nenem nazara inanırdı, erkek çocukların göz önünde büyümemesi gerektiğine inanırdı.

Göbek bağımı kesmek için çıkardığı jileti, göbeğimin üzerinde unutmuştu. O çocuk haliyle oynarken neredeyse kolumu kesiyordum. Yengem, duruma müdahale etti ve “Bu çocuk erkek!” diye haykırdı.

O an, benim için hayatta yeni bir başlangıçtı. Çünkü nenem kız çocuklarını sevmezdi. Orta Doğu’da, özellikle Kürt toplumlarında, erkek çocuğu olmayan bir ev sahipsiz sayılırdı. Amara’nın gölgesi ise henüz doğmadan üzerimize düşmüştü — o, bizim hiç tanıyamadığımız özgürlüktü.

Ben çocukluğumu yaşarken bölgede büyük politik depremler yaşanıyordu. Saddam Hüseyin 1988’de Halepçe’ye kimyasal saldırı düzenlemişti. Yaklaşık 5 bin insan, o zehirli gazla hayatını kaybetmişti. O kıyımdan yalnızca bir yıl sonra dünyaya gelmiş bir çocuk olarak, savaşın ve ölümün gölgesinde büyüdüm.

1991’de Körfez Savaşı patlak verdi. Amerika Birleşik Devletleri, Saddam Hüseyin'in Kuveyt’e yönelik saldırısı sonrası bölgeye müdahale etti. Asıl hedefi ise Orta Doğu'daki petrol rezervlerini kontrol altına almaktı. Barış adı altında yürütülen operasyonlar, aslında emperyalist çıkarların bir oyunu haline gelmişti. Bugün, 2025 yılına gelmiş olsak da bu düzenin değişmediğini; hâlâ Filistin, Ukrayna ve birçok coğrafyada benzer oyunların sahnelendiğini üzülerek görüyoruz.

İki yıl sonra kardeşim Rivan doğdu. Onunla çocukluk yıllarımı paylaşmak, hayatımdaki en değerli anılardandı. Elektriğin, televizyonun olmadığı yoksul bir köyde büyüyorduk.

Ardından Nolan dünyaya geldi. Üçüncü sıradaki o asi ruhtu. Daha sonra en küçük kardeşimiz Zamir doğdu. Sessiz, içe kapanık ama derinliği olan biriydi.

Biz beş erkek kardeştik. Ama bizimle birlikte olmayan biri daha vardı: Amara. O, bizim hiçbir zaman sarılamadığımız ama hep içimizde taşıdığımız kız kardeşimizdi.

Annem Mira, tüm bu yüklerin ortasında sessiz bir dağ gibiydi. Babam Rami ise sertti, ama kalbi aslında bize doğru atıyordu. Hayatları, savaşın ve yoksulluğun kıyısında dönerken bizi büyütmeye çalıştılar.


Roman - Bölüm 2: Gökyüzüne Kaçış

Ve yıl 2003 olmuştu. Ben o zamanlar 14 yaşındaydım. Doğu’dan Batı’ya yeni entegre olmuş bir çocuktum. O dönemlerde internet kafeler bizim için kaçış tüneliydi. Evlerde bilgisayar yoktu, internet zaten neredeyse mucizeydi. Elimizdeki tek pencereydi o bilgisayar ekranı.

Messenger adlı programda kendi adıma bir e-posta adresi açtım. Mahalledeki çocuklarla yanyana oturup, yine aynı bilgisayarda birbirimize yazardık. Evet evet, fiziksel olarak yan yana ama ruhsal olarak dijital bir aşk arayışında!

Bir gün profilinde kız fotoğrafı olan biriyle konuşmaya başladım. Sohbet ilerledikçe bağımlılık haline geldi. Her gün onunla konuşuyordum. 5 dakika derken 15 dakika, sonra saatler... Sonra öğrendim ki kendisi Türkiye’de değilmiş, Rusya’daymış. Ve beni oraya davet etti!

Dedim ki kendi kendime, ‘Madem Doğu’dan Batı’ya geldim, Batı’dan Rusya’ya da giderim. Dünyanın sınırı mı var?’ Ertesi sabah saat 9:30 civarı soluğu nüfus müdürlüğünde aldım. Karşıma çıkan memura, ‘Abi sizde pasaportum varmış, verir misiniz? Rusya’ya gideceğim,’ dedim.

Adam bir tuhaf baktı, pasaportu ben talep ediyorum ama yaşım 14. Dedi ki: ‘Senin pasaportun burada ne işi var? Hem senin yaşın küçük, pasaport alabilmen için ailenin gelmesi gerekir.’ O gün anladım ki, yasalara göre ben daha çocuğum ama ruhum çoktan göçebe olmuş.

Gece boyunca düşündüm. Şeytan kulağıma bir fikir fısıldadı: Madem kendi adıma pasaport alamıyorum, amcamın oğlunun pasaportunu kullanırım! Aramızda 8 yaş fark vardı ama rüşvetle bazı şeyler aşılabiliyordu o zamanlar. Fotoğrafı değiştirdik, ve ben artık... 'o' oldum. Yunus mu, Hızır mı fark etmez. Artık ben hem bendim hem başkası.

Ve nihayetinde, onun adına bir uçak bileti aldım. İstanbul’daki havalimanına gittim. Cebimde başkasının adına düzenlenmiş pasaport. Boyum 1.10, pasaporttaki yaş 22. Dış hatlar için bileti aldım, çıkış pulu bile yatırdım. (Bu arada not: memleketten çıkmak için para ödemek dünyanın en saçma kanunlarından biridir.)

Pasaport kontrolüne geldiğimde görevli biraz şüphelendi gibi geldi bana ama bir şey demedi. ‘Nereye gidiyorsun?’ dedi, ‘Rusya’ya’ dedim. Sordu: ‘Her şeyin var mı?’ ‘Var’ dedim. Damgayı bastı. O an kalbim göğsümden çıkıp çantama kaçmış olabilir.

Uçağa bindim. İlk kez uçağa biniyordum. Daha önce sadece televizyonda görmüştüm. Oturduğum koltuk genişti, rahat. Kabin görevlisi hanımefendi bana bir şeyler anlatıyordu. Bir an kendimi özel sanmıştım, meğer beni acil çıkış kapısına oturtmuşlar. Uçak düşerse, ilk ben kapıyı açacağım!

‘Bulutları seyrederken ne alırsınız beyefendi?’ dedi. Dedim ki, ‘Bir kola alayım.’ 4 dolara köfte aldım, ikram sanmıştım. Paralıymış. Madem parayla, niye soruyorsun kardeşim? Neyse, ‘kötü komşu insanı köfte sahibi yapar’ derler ya, aynen öyle oldum.

Yemekten sonra uyudum. Gözümü açtığımda kemer sesleri, koltukların dikleştirilmesi... Ve artık Rusya’ya inmiştik. Telefonlar, selfieler yok. Herkes sırayla efendi efendi iniyor. Önümde yedi kişilik bir kuyruk. Onlar ne yapıyorsa ben de aynısını yapıyorum.

Ve sıra bana geldi. Memura yaklaştım. İlk defa suya atlayan biri gibiydim. Sadece ‘Merhaba’ diyebildim. Memur pasaporta baktı, sonra bana baktı. Bir şeyler sordu Rusça. Hiçbir şey anlamadım. Sadece ‘otel’ kelimesini duyunca rezervasyon kâğıdını gösterdim.

Beni davet eden kişinin ismini de uzattım. Memur baktı, kaşını kaldırdı ve damgayı bastı. O an... bütün sancı bitti. Ben artık Rusya’daydım. Ve Arin için artık dünya, pasaporttaki bir sahtekârlıktan çok daha büyük bir gerçekliğe açılıyordu.


Roman - Bölüm 3: Gökyüzünden İnmiş Peri

Havalimanında insanlar birbirine sarılıyordu. Kimisi ağlıyor, kimisi gülüyor... Ben ise dış hatlardan içeriye girerken sadece kalabalığın yüzüne baktım. Tanıdık bir yüz yoktu. Şaşkındım. Hızlı adımlarla kendimi dışarıya attım. Ve ilk iş olarak bir sigara yaktım.

Buz gibi bir havayla karşılaştım. Burası benim memleketim gibi sıcak değildi. Ne havası sıcaktı ne insanı. Soğuk, yüzüme tokat gibi çarptı. Üç beş kuruş kazanmak için turistlere yanaşan, kendi dillerinde bağıran insanlar vardı. Bense sadece bir izleyiciydim... ama sahnenin ortasında bir izleyici.

Sigaramı bitirdim. Türkiye’deki gibi değil burası. Kimse seni dolandırmaya çalışmıyor ama sıcak da davranmıyorlar. Bir taksiciye yaklaştım. 'Otel,' dedim. Anladı beni. Valizimi aldı, adresi görünce bir şeyler söylemek istedi. Anlamadım. Sonra elime bir kâğıt tutuşturdu. Oraya yazmıştı. Ben de olur dedim.

Arabada onun yanına oturdum. Arkaya geçmek içime sinmedi. Otelin kapısına geldiğimizde valizimi indirdi, parasını verdim. Dolarla ödeme yaptım, bozuk para veremedi. 'Helal hoş olsun,' dedim. Bir şeyler söyledi, sonra gitti.

Otele daha önce hiç gitmemiştim. İçeri girdim, resepsiyondaki kadın bana hoş geldin dedi. Rezervasyonum vardı. Pasaportumu verdim. Bir de girişte verilen kâğıdı istediler. O kâğıt çıkışta da lazım olacaktı, tembihlemişlerdi. Kadın işlemleri yaptıktan sonra bana bir anahtar verdi. Para uzattım, eliyle 'gerek yok' dedi. Şaşırdım. 'Herhalde çıkarken ödeyeceğim,' diye geçirdim içimden.

Asansöre binip beşinci kata çıktım. Artık tek başımaydım. Akşam eve döndüğümde annemin hazırladığı yemek yoktu. Kardeşlerim yoktu. Karnım açtı. Dışarı çıkıp yemek yemek istedim. Ama burası Türkiye değildi. 'Ne vereyim abime?' diyen kimse yoktu.

Tanıdık bir lokanta aradım. Yoktu. Sıcakkanlı bir yer gözüme çarptı, içeri girdim. Masaya oturdum. Garson bir şeyler söyledi. Anlamadım. Türk olduğumu anladı, bana resimli bir menü getirdi. Tandır ekmeğine benzeyen, daha önce hiç tatmadığım bir pizzayı gösterdim. Siparişi verdim.

Lezzetliydi. Hizmet de güzeldi. Yemeğimi yedikten sonra dışarıda biraz yürüdüm. Soğuk sokaklarda yalnızlığım artıyordu. Otele döndüm. İçimde bir korku oluşmaya başlamıştı. Kadın gerçekten gelecek miydi? Yoksa beni kandırdı mı? Ne yaptım ben?

Başka bir devletteydim. Dilini bilmediğim, kültürüne yabancı olduğum bir ülkede. Zaten doğduğum coğrafyada da dilim resmi olarak tanınmıyordu. Derin bir yalnızlık çökmüştü üzerime. Pencerenin önüne oturdum, sigaramı yaktım. Dışarıdaki sisin içine daldım.

Birden zil sesiyle irkildim. Kapıyı açtım, kimse yok. Meğer telefon çalıyormuş. 'Efendim?' dedim. Rusça bir şeyler söylendi. Anlamadım. Ama sonra tanıdık bir ses, ismimi söyleyip beni aşağı çağırdı.

Aşağı indiğimde, daha önce hiç görmediğim biri bana ismimle hitap etti. O an içimdeki fırtına koptu. Koşup sarılmak istedim. Kemiklerine kadar kırarcasına... Bütün sevgimi, özlemimi ona aktarmak istedim. O sadece, 'Merhaba,' dedi. Ama gelmişti. Gerisi önemli değildi.

Odaya çıktık. Otel odasında bir bölme vardı. Daha önce fark etmemiştim. Kadın, sürgülü kapıyı açtı. İçeride büyük bir yatak, kocaman bir televizyon ve ikramlar vardı. Meğer oda içinde bir oda daha varmış. Kadın tecrübeli belliydi.

Küçücük bir dolaptan içki çıkardı. 'Sen içemezsin, yasak,' dedi. Ama kendi içti. Bana çay yaptı. Yarınki planlarımızdan bahsetti. Ben onu dinliyordum. Gözlerini, ellerini, ses tonunu... İyi bir dinleyici olduğumu söyledi. Haklıydı. İyi bir okuyucu olmak istiyorsan önce iyi bir dinleyici olmalısın.

Yemeğe çıkalım dedi. Ben daha önce yemek yediğimi söyledim. Biraz üzüldü. 'Senin için rezervasyon yaptım,' dedi. Rezervasyonun ne olduğunu bilmiyordum. Meğer yer ayırtmakmış. Bir peri kızıydı o, ve ben ona ayak uyduramıyordum.

Bana 'İyi akşamlar' dedi. 'Sabah görüşürüz.' Ardından gitti. Kanatlanıp göğe çıkan bir peri gibi... Ben kalmıştım. Kendimle baş başa. Pencerede oturup dışarıyı seyrettim. Kanadı kırılmış bir güvercin gibiydim. Yalnızlık omzuma çökmüştü.

Gece zor geçti. Uyumadan önce sigara yaktım. Kendi kendime sorular sordum. Ne yapıyorum ben? Cevap aradım. Teselli ettim kendimi. En sonunda uyuyakaldım. Gece birkaç kez uyandım ama sabah olmuştu.

Duş aldım. Valizimi hazırladım. Aşağı indim. Peri kızı beni bekliyordu. 'Geç kaldın!' dedi. Hafif sinirliydi. Ama çok da güzeldi. Ben ise Orta Doğu'dan gelen bir çocuktum. Bizde randevulara zamanında gelinmezdi...


Roman - Bölüm 4: Bilinmeze Yolculuk

‘Bizde randevulara zamanında gelmek pek görülmemiştir,’ dedikten sonra otele yöneldim. Resepsiyona check-in yapmak için yaklaştım, oda kartımı aldım. Ödeme yapılmıştı; meğer peri kızım önceden halletmiş. Şaşırmadım. Bizim kültürümüzde de misafire hesap ödetmek hoş karşılanmaz. Bu benzerlik hoşuma gitmişti.

Kapıya çıktığımızda siyah bir Toyota Marka jip bizi bekliyordu. Valizim bagaja yerleştirildikten sonra ikimiz de arka koltuğa oturduk. Artık bilinmezliğin içinde başka bir bilinmeze doğru yol alıyorduk. Etrafı görmek mümkün değildi; yoğun bir sis her yeri örtmüştü. Rusya’nın en büyük sorunlarından biri buydu belki de: günahları ve güzellikleri örten o sis.

Yaklaşık yarım saatlik yolculuktan sonra büyük bir villanın önünde durduk. Kapıda bizi karşılayan orta boylu bir kadın vardı. Gülümseyerek Türkçe 'Hoş geldiniz' dedi. Üstelik Türkçesi benden iyiydi! Üst baştan anlaşılıyordu; evin çalışanıydı.

Salona geçtik, koltuklara oturduk. ‘Ne içersiniz?’ diye sordu kadın. Ben bir şey demeden peri kızım 'Çay alalım,' dedi. Çay geldi, içtik. Memleketimin çayı gibi değildi belki ama yine de güzeldi. Sonra merdivenlerden çıkarak en üst kata geçtik. Kocaman, lüks bir ofise vardık. Deri koltuklar, yanan bir şömine, ahşap detaylar... Home office dedikleri şeyin kralıydı.

‘Bilgisayarı açalım, işe koyulalım,’ dedi. Ne iş yapacağımız hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ama içimde garip bir kararlılık vardı: zengin olacağız ve ne gerekiyorsa yapacağım.

Sonra bana dönüp, 'Gelecekte Çeçenistan’da savaş çıkacak, buraya silah sevkiyatı olacak. O silahlar için teminat parası yatıracağız,' dedi. Ben saf saf düşündüm: ‘Koy çantaya parayı, git silahı al, teslim et gel baba!’ Ama öyle değilmiş. Bu işin bir de 'resmi' kısmı varmış. Yastık altındaki parayla olmuyormuş bu işler. Paranın 'resmi' olması gerekiyormuş.

Ben hâlâ 'ver parayı, al çikolatayı' kafasındaydım. Ne bileyim? Heyecanla dinliyordum. Karadeniz kıyısında bazı tüccarlarla görüşeceğimizi söyledi. Temsilcileri olduğunu, akşam onlarla yemek yiyeceğimizi belirtti. ‘Ama önce bir sorun var,’ dedi.

‘İyi bilgisayar kullanıyor olman yetmez. Zeki olman da yetmez. Dış görünüş önemli. Hadi gidelim,’ dedi. Yola çıktık. Kocaman bir AVM’ye geldik. ‘Alışveriş yapacağız,’ dedi. Ben kendine alacak sanıyordum. Meğer bana alacakmış. Erkek reyonundaydık.

Daha önce hiç tanışmadığım tarzda kıyafetlerle baş başa kaldım. İki üç takım elbise denedim. Kasaya geldiğimizde ödemek istedim ama buna izin verilmedi. 'Erkek adam hesap ödetmez,' mantığını bu kez kadın göstermişti. Ardından berbere gittik.

Berber saçlarıma şekil verdi. Sonra tekrar eve döndük. Yol boyunca ne o konuştu, ne ben. Sadece dışarıyı izliyordum. Eve girerken peri kızım Rusça bir şeyler söyledi, kadın da karşılık verdi. İki dakika sonra orta yaşlı bir kadın beni aldı, üst kata çıkardı. Valizim odadaydı. Demek ki orası benimdi.

Kadın bana elbiseleri giymemi, ölçü alacağını söyledi. Giydim. Tek tek ölçülerimi aldı, sonra kıyafetleri götürdü. Aşağı indiğimde yemek zamanıydı. Ruslara özgü bir çorba vardı. Güzeldi. Yemekten sonra odama çekildim.

Dinlen dedi peri kızım. Elbisen gelince yatıyorsan kaldırmayız, dedi. Ben de yatağıma geçtim. Uykum yoktu. Valizimin cebinden Dostoyevski’nin 'Suç ve Ceza' kitabını çıkardım. Okumaya başladım.

On, on beş sayfa kadar okuduktan sonra kapım çaldı. Elbiselerim gelmişti. Kendi dilimde kıza teşekkür ettim. Tekrar kitabıma döndüm. Tak tak… Yine bir ses. ‘Uyan,’ dedi. ‘Hazırlan, gideceğiz. Zaman az kaldı.’

Hızla giyindim. Ölçüler tam oturuyordu. Siyah bir takım elbise… Ama ben kravat bağlamayı bilmiyordum. Sadece dolamayı biliyordum. Aşağı indiğimde o yaptı, düzeltti. ‘Çok yakışmış,’ dedi. Teşekkür ettim.

Beraberce evden çıktık. 1,5 saatlik yolculuk boyunca kahve ve sigara molaları dışında pek bir şey olmadı. Geldiğimiz yerde güvenlik araması yapıldı. Üzerimiz aranırken aynada kendime baktım. Sarı saçlarım omuzlarıma kadar uzamıştı. Siyah takım elbisenin içinde adeta alev gibiydim. Yakıyordum.

Sonunda bizi bir bekleme salonuna aldılar…

Roman - Bölüm 5: Gölgenin İçinden

Heyecan ve merak beni bitiriyordu. Bekleyişimiz devam ediyordu. Nihayetinde, uzun boylu siyah takım elbiseli bir adam gelip Rusça bir şey söyledikten sonra bizi bekleme yerinden alıp başka bir odaya götürdü.

Hayalimde, filmlerdeki gibi karanlık bir masa etrafında oturan kötü adamlar vardı. Ama hiç de öyle bir sahneyle karşılaşmadım. Orta boylu, sarışın bir adam ve onun yanında gür bıyıklı, olağanüstü gür saçlara sahip bir adam oturuyordu. İlk bakışta ikisinin de Rus olduğu anlaşılıyordu.

Sarışın adam önce peri kızına, sonra bana 'Merhaba' dedi. Yanındaki adam da selam verdi. Elini bana uzattı ve 'Merhaba dostum,' dedi. Başta Rusça konuşuyordu ama sonra fark ettim ki Türkçeymiş. Beynim bana oyun oynuyordu.

‘Tekrar hoş geldiniz, buyurun oturun,’ dedikten sonra çaylarımız geldi. Peri kızı kahve almıştı. Sohbet başladı. Sarışın adam hem tercümanlık yapıyor hem de bana işi anlatıyordu. İş bana çocuk oyuncağı gibi gelmişti. Peri kızım anlaşmayı çoktan yapmıştı zaten. Benim söz hakkım yoktu, ne verilirse eksiksiz yapmaya söz vermiştim.

Her şey konuşulduktan sonra adam, 'Hadi İranlı, siz yola çıkın,' dedi. Peri kızı 'Yarın görüşürüz' diyerek benden ayrıldı. İranlı ile birlikte yola koyulduk. Yol boyunca bana sürekli sorular sordu: Peri kızını nereden tanıyorum, nereden geliyorum gibi. Cevapları geçiştirdim.

2,5 saatlik yolculuktan sonra vardığımız yer fabrika desen değil, atölye desen değil... daha çok baraka gibiydi. Çatıdaki adamlar uzun namlulu silahlarla nöbetteydi. Adeta askeri bir alan gibiydi. Dostane bir karşılama sonrası tanıştırıldım. Ardından araçlar hazır mı diye sordular. İranlı 'Hazır' dedi.

Bana dönüp, 'Arin, işin bitince haber ver,' dedi. Ne ile haber vereceğim, telefonum bile yoktu ama 'Tamam,' dedim. En öndeki araca bindik ve konvoy halinde yola çıktık. Dört saatlik bir yolculuk sonrası durduk.

O gün ilk sevkiyata çıkmıştım. Bu kadar silahı nereden bulduklarını ve nasıl yaptıklarını öğrenmem gerekiyordu. Merak içimi kemiriyordu. Dünya üzerindeki çatışmalarda, Amerika, Rusya, Avrupa ve diğer silah üreticisi ülkelerin silahlarını çatışmaların ortasında görebiliyoruz. Avrupa terörle mücadele ettiğini ve barış için çalıştığını iddia ederken, Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkelerin silahları Orta Doğu'da elden ele dolaşıyor.

Barışın savunucusu gibi görünen Avrupa'nın, iş silah ticaretine geldiğinde nasıl da gerçek yüzünü ortaya çıkardığını gördüm. ABD, Rusya, Çin, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya, Ukrayna ve İsrail dünyanın en büyük silah ihracatçıları. Bu silahları en çok ithal edenler ise Hindistan, Çin, BAE, Pakistan, Avustralya, Türkiye, Güney Kore ve Singapur.

Her yeni teknolojiyle geliştirilen silahlar, üretici ülkelere milyarlar kazandırırken, alıcı ülkelerde milyonlarca insan ölüyor, sakat kalıyor, evini yurdunu kaybediyor. Ama silah tüccarları her zaman satış yapacak bir savaş buluyor. Ve ben... bugün onların içinde yer alıyordum.

Ve ben artık bu işte uzmanlaşmıştım. Günler, aylar derken iki yıl geçmişti. Kazandığım para gitmesi gereken yerlere ulaşmıştı. Artık Türkiye’ye dönmem gerekiyordu. Bunu peri kızına anlatmam lazımdı. Akşam oturup konuştuk. 'Ben artık Türkiye’ye dönmek istiyorum,' dedim.

Hiçbir tepki vermedi. Sadece 'Olur,' dedi. 'Yakında gidebilirsin.' Ben ise kendi içimde farklı şeyler düşünüyordum. Çünkü bu tarz işlerde öyle kolay kolay gitmek yoktu. İzlediğim filmlerden, duyduklarımdan bunu biliyordum. Ama o, sadece 'gidebilirsin' dedi. Ve ben de hazırlıklara başladım.

Roman - Bölüm 6: Sınırdan İçeri

Hazırlıkları kısa sürede bitirdim ve bana karşı en ufak bir art niyet veya filmlerde gördüğüm gibi ya da duyduğum hikâyelerdeki gibi bir şey sezmedim. Bana son iş için Kazakistan’a gitmem gerektiğini söylediler. “Nasıl olsa son iş” dedim, tamam dedim. Öğlenden sonra elime bir uçak bileti tutuşturdular: Moskova’dan Kazakistan’ın Almatı şehrine.

Uçak yolculuğu 4 saat 47 dakika sürdü. Nihayetinde tekrar bir memurla yüz yüze gelme zamanıydı. Artık tecrübeliydim ama hâlâ stres ve korku vardı. O güne kadar Kazak halkının Türkçe bildiğini hatta Türk olduklarını bile bilmiyordum. 16 yaşındaki bir çocuğun bilmemesi de normaldi belki. Pasaportumu memura uzattım. 'Hoş geldiniz,' dedi. 'Hoş bulduk,' dedim ve şaşırdım. Dürüst olduğumu söyledim, otel kaydımı gösterdim. Damgayı vurduktan sonra tekrar 'Hoş geldiniz,' dedi. Dışarı çıktığımda beni almaya gelen arkadaş eliyle koymuş gibi buldu.

Yirmi dakikalık yolculuğun ardından bir otele geldik. Kayıt işleminin gerekmediğini söyledi. Karnımın aç olup olmadığını sordu. Türk restoranlarını önerdi. Türkiye’de bildiğim bir zincir restorana gittik. Orada biraz sohbet ettik, ülke hakkında bilgi edinmek istedim. Kazakların Sovyet ordusunda sınır bölgelerinde görev aldıklarını duyunca duygulandım.

Kendisinin Türkiye’nin Konya şehrinden göç etmiş biri olduğunu, artık Kazakistanlı olduğunu öğrendim. Adı Süleyman’dı. Kazak mantısı söyledik; Türkiye’deki Sinop mantısıyla neredeyse aynıydı. Tam o sırada Süleyman’ın yanına bir kız yaklaştı. Tanıştırmak istemedi ama mecbur kaldı. Sadece merhabalaştık. Ardından bir başka kız geldi: 'Sizi tanıştırayım,' dedi.

‘Merhaba, ben Venera,’ dedi. ‘Ben de Arin. Memnun oldum,’ dedim. ‘O zevk bana ait,’ diye ekledi. Gözlerim ilk kez öyle bir güzelliğe değmişti. Görev aşkı, plan, strateji… Hepsi uçup gitmişti. Beynimde ahmak ıslatan bir yağmur vardı ama tek damla bana değmiyordu.

İçimdeki çocuğu tüm duygulardan arındırmıştım. Ona olan hakkını ondan almıştım, gasp etmiştim. Onun da mutlu olması gerektiğini unutmuştum. Adeta büyülenmiştim Venera karşısında.


Roman - Bölüm 7: Kar Altında Temas

Yemekten sonra birer çay içtik. Artık okey masasından kalkar gibi kalkma zamanımız gelmişti. Hep birlikte Süleyman’ın arabasına geçtik. Süleyman’ın kız arkadaşı ön koltuğa oturdu. Her şey tam da istediğim gibiydi ama bir yandan da gerçek hayat dürtüyordu beni.

Venera ve ben arka koltuklara geçtik. Yol boyunca şu kol dayaması denilen ayırıcı parça ne işe yarar diye düşündüm. Aramızda duruyordu. Kıza göz kontağı kurmak bir yana, sadece bacaklarımın arasına bakıyordum. Sağ tarafa bile bakmak istemiyordum çünkü sola da bakmam gerekiyordu.

Zaten aşk solcudur… o yüzden sola bakmak istedim ama cesaret edemedim. Arada bir orta konsolda ellerimiz birbirine değiyordu ama yolculuk neredeyse bitmek üzereydi. Ayrılık sancısı yavaş yavaş içime çökmeye başlamıştı.

Hayalimde, araba otelin kapısına yanaşacak, 'Görüşürüz, iyi akşamlar,' deyip inecektim. Başka sahne yoktu. Bu kısacık yolculuğun sonu gelmişti.

Otele geldiğimizde restorana geçtik. Kazakça bir şeyler sipariş ettikten sonra bana da Türk kahvesi söylediler. Süleyman’ın kız arkadaşı 'Hadi kalkalım Süleyman,' dedi. Hürrem kalkalım derse, Süleyman’ın kalkmamak gibi bir lüksü yoktu. Mühür kimdeyse Süleyman oydu, ama o gün mühür Hürrem’deydi.

Venera, 'Sen bilirsin, ben taksiyle dönerim,' deyince içimden Allah’a nasıl şükredileceğini, kutsal tüm teşekkür şekillerini öğrenmediğime hayıflandım. Bir melek bana bahşedilmişti.

Biraz daha oturduk. Sonra ben kalkalım dedim, o da 'Olur' dedi. Gitmek için resepsiyonun önünden geçmemiz gerekiyordu. Aynı zamanda çıkış kapısı da oradaydı. Oradan devam edip gideceğini sandım.

Ama benimle beraber asansöre kadar geldi. Hiçbir şey demedim. Düğmeye bastım. Kapı açıldı, birlikte yukarı çıktık. İkimiz de tek kelime etmedik. İçimizde binlerce soru vardı.

Odamın kartını okuttum, kapıyı açtım. 'Buyur,' dedim. O da içeri girdi…

Roman - Bölüm 8: Gece ve Sabah

Venera bana bakıyordu. Bende bir tuhaflık mı vardı, yoksa düşüncelerim yüzüme mi yansıyordu, bilemedim. Odam genişti, ferah. O, usulca sandalyeye geçti, oturdu.

‘Ne içersin?’ diye sordum. Mini barı açtım, 'Bunlar var,' dedim. Çay dedi. O an içimden bir sevinç geçti: Hem güzel, hem çay seviyordu. Çayı seveni ben de severim. Çayı da severim. Çayın su gibi aktığı bir geceydi.

İlk adımı atmalıydım artık. Çünkü ilk adımı hep erkekler atmak zorundaydı. Kadınların evlenme teklif etmediği bir dünyada nasıl eşit olabiliyorduk ki? Eşitsek, her konuda olmalıyız. Ben böyle inanıyordum.

Aşağıdaki manzara güzeldi. Kar lapa lapa yağıyordu. Her taraf bembeyazdı. Siyah arabalar, beyazın içinde ayrı bir siluet çizmişti. Venera da masumca aşağı bakıyordu.

Usulca beline sarıldım. Herhangi bir tepki vermeyince, bu bana cesaret verdi. Soluna döndü, göz göze geldik. Ve ben dudağına bir öpücük kondurdum. Hissiyat dudaklardan bu kadar yoğun geçebilir miydi? O gece anladım. Kadın, bir erkeğe her şeyi öğretebilir.

Kadın annedir, abladır, eş, dosttur. Kadın her şeydir. Venera, hayatımda tanıdığım en mükemmel kadındı. Allah’tan bir kadın yaratmasını isteseydim, ondan başkasını dilemezdim.

Sohbet ettik. Ailesinden söz etti. Kazakistan’ın Almatı şehrinde doğmuş. Bir avukattı. İçimden geçirdim: Bir silah tüccarı ve bir avukat aynı otel odasında... Suçlu ve savunma yan yana. Ama sabaha kadar 'avukatçılık' oynayacak halimiz yoktu.

Bir ara evlendiğimi, geçinmeyip boşanmayı düşündüm. Sonra kendimi toparladım. Ömür boyu nafaka ödeme fikri ve karşımdaki kadının avukat olması düşüncesi, beni hayalden uyandırdı.

Sonra bir temizlikçi kadının odaya girmesiyle gözlerimi açtım. Önce bir rüya sandım. Ama Venera gülümsedi: 'Günaydın.' Rüya değildi. Bir melek bana dokunmuştu.

Duş aldım, hazırlandım. Kahvaltıya indik. Gerçek dünya gelmişti. Süleyman lobideydi. Venera ile vedalaştık. Başka bir şehre ticaretim olduğunu söyledim. O anladı ama pek de inanmadı. Gözlerinden belliydi.

Yukarı çıkıp valizimi aldım. Süleyman, valizimi arabaya yerleştirdi. Ömrümün en acı vedasıydı belki de. Elini uzattı ama ben sarıldım. Sarılırken yanağına bir öpücük kondurdum. 'Hoşça kal,' dedim. Arabaya bindim. Gitmek istemiyordum. Ama gitmeliydim.

Arkamda el sallayan bir kadın kaldı… Venera...


Roman - Bölüm 9: Mektup ve Yol

Ve Süleyman’la yolculuğumuz başlamıştı. Ondan nefret ediyordum. Beni Venera’dan ayıran oydu. Aramızda tek bir kelime bile geçmiyordu. Bir ara sessizliği Süleyman bozdu: 'Bir kahve içelim mi?' Cevap vermedim, sadece kafamı salladım.

Kahveleri aldı, geldi. Kahveyi içerken sanki umut içiyordum. Daha önce hiç alkol kullanmadığım için, o kahvenin beni sarhoş etmesini istiyordum.

Yolculuk ilerledikçe Süleyman'ın yorulduğunu hissettim. 'Arabayı ben süreyim,' dedim. Sanki benden bu teklifi bekliyormuş gibi 'Güzel olur,' dedi.

Hiç bilmediğim bir coğrafyada, geniş ve birbirinden uzak şehirlerin olduğu bu ülkede, direksiyonun başına geçtim. Ama aklım hâlâ Venera’daydı. Yedi saatlik bir yolculuğun sonunda vardık.

Gittiğimiz yerde çoğunluğu Çeçen olan yaklaşık 250 kişi vardı. Konteynerlerin olduğu bölgeye çıktık. Bir kahve daha içtikten sonra konvoyla yola çıkma zamanı geldi.

Orta Doğu’dan gelen birkaç isim de vardı. Hepsi ağır başlıydı, davranışlarından belli oluyordu. Konvoyun önünde Toyota marka bir jip vardı, biz ortadaydık.

Yorgunluktan gözlerimiz kapanıyordu. Süleyman sürüyordu. Yine ona, 'Arabayı ben süreyim,' dedim. Telsizle konvoya anons geçti, şoför değişikliği bildirildi. Düzene sadık kalmak şarttı.

Otoban polisinin yanımızdan geçmesiyle yüreğim ağzıma geldi. Ne yaşım uygundu, ne de üzerimdeki yük hafifti. Neyse ki polis hızlandı, uzaklaştı.

Sorunsuzca teslim noktasına vardık. Malzemeler teslim edildi. Ardından havalimanına geçtik. Oradan Moskova’ya aktarmalı uçuşla dönecektim. Süleyman beni getirdi. Hatta Kazak çikolatası almam için ısrar etti.

Kısa sürede Süleyman’a olan öfkem çözülmeye başlamıştı. 'Bana 20 dakika verir misin?' dedim. Başını salladı.

Bir mektup yazmaya karar verdim. Venera’ya…

[Mektup Başlangıcı]

Sevgili Venera,

Bu satırları yazarken içimde hâlâ odanın loş ışığı ve penceredeki kar manzarası var. Sessizlik kadar yakındın bana… nefesin kadar uzak.

Sana söyleyemediklerimi, belki de yüzüne bakarken yutkunup yutkunup içime attıklarımı bu kağıda döküyorum. Seninle geçirdiğim o geceyi anlatmayacağım çünkü onu hiçbir kelime açıklayamaz. Ama bil ki, o gece sadece ten değil, ruh da dokundu. Ben senden önce de yalnızdım… ama sen bana yalnızlığımı sevdirdin.

Gülümsemen, çayın buharı gibi içime işledi. Gidişin, camdaki buğu gibi kaldı. Gitmeden önce yüzüne son bir kez daha bakmak isterdim ama belki de bazı yüzler sadece hatıralarda kalmalı.

Ben yolcuyum Venera. Ve sen bir duraktın belki. Ama ne güzel duraktın…

Eğer bir gün gökyüzüne aynı anda bakarsak, ben seni o gökyüzünde bir dua gibi hatırlayacağım.

Hoşça kal değil, güzel kal.

Arin

[Mektup Sonu]

Mektubu zarfa koydum. Süleyman’a verdim. 'Lütfen bunu ona ulaştır,' dedim. O hiçbir şey sormadı. Sadece başını salladı.

Ve ben Moskova’ya doğru yola çıktım. Uçak kalkarken pencereden dışarı baktım. Gökyüzü beyazdı. Ama içimde hâlâ Venera’nın gözlerinin siyahı vardı…


Roman - Bölüm 10: Gölgeye Dönüş

Yolculuk boyunca yanımda kimin oturduğunun farkında bile değildim. Kendime geldiğimde uçak piste inmişti. Havalimanı otobüsüne binip ülkeye giriş için sıraya girdik. Ama bu defa hiçbir korku yoktu içimde. Hissizlik… Belki de en ağır duyguydu. Damarlarımda kan kalmamış gibiydi. Sanki bir Rusmuşum gibi soğuk, düz ve net... Memura pasaportumu uzattım. Birkaç basit soru sordu. Rusça bilmediğim belli oluyordu ama damgayı vurdu ve içeri aldılar.

Kapıda bekleyen oydu: peri kızım… ya da artık eski peri, yeni cadı. 'Hoş geldin' dedi samimiyetle. Ben sadece 'Hoş bulduk' dedim, elini usulca sıktım. Eve vardığımızda sordu: 'Aç mısın?' 'Hayır,' dedim. 'Bir şey içmek istemiyorum, yemek de istemiyorum.' Odama çıktım. Banyoya girdim. Buz gibi bir duş aldım. Romanlarda yazardı: insanlar duşta ağlardı, gözyaşları suya karışırdı. Ama ben artık hiçbir şey hissetmiyordum.

Duştan sonra kendimi yatağa bıraktım. Ne düşündüğümü, ne düşüneceğimi bile bilmiyordum. Bir patırtıyla uyandım. Başucumda o… yani peri-cadı karışımı… 'İyi misin?' diye sordu. Nasıl iyi olunur, henüz bilmiyordum. 'İyiyim' dedim… yalan.

'Hazırlan,' dedi. Üzerimi giyindim. Aşağı indiğimde, 'Biraz daha spor giyinebilirdin,' dedi. 'Neden?' dedim. 'Boş ver,' dedi. Kadınların o dipsiz 'boş ver'leri... Dipnot düşmem gerekirse: Bir kadın 'İyiyim' diyorsa, genelde değildir. İlgi istiyordur. Ama neden açık açık söylemezler ki? Ben müneccim değilim.

Arabaya bindik. Dışarıdan normal kapılı, ama içeriden bambaşka bir dünyaya açılan eski bir eve geldik. İçeri girdiğimizde herkes ayağa kalktı. 'Hoş geldiniz'ler havada uçuştu. O an fark ettim… daha önce hiç bu kadar kadını bir arada görmemiştim. Düğünlerde bile değil. Meğer bugün onun doğum günüymüş. Ben unutmuştum. Hediye almıştım ama yanımda değildi. Utandım.

Ama kadın erkeğin bir üst modelidir. Hemen durumu toparladı: 'Arin’in hediyesi evde kaldı ama onun düşünmesi yeter,' dedi. Pasta kesildi, mum üflendi. O sırada elimi tuttu. Sessiz bir sahneydi. Pasta sonrası eğlence devam etti. Saat 02:30 civarıydı. Onu şoförle birlikte kollarına girip arabaya taşıdık.

Eve geldiğimizde yukarı çıkardık. Şoför aşağı indi. O, elimden tutuyordu ve sıkı sıkı bırakmıyordu. Ben de gitmek istiyordum… çünkü Venera’yı Venera yapan geceleri ondan almıştı. Uyuyunca elini bırakır kaçarım dedim. Uyandığımda onun odasındaydım. O gitmişti. Saat 11:00 olmuştu. Aşağı indim. Kahvaltı hazırdı. Beni bekliyordu.

Gülümseyerek 'Günaydın' dedi. Ardından: 'Dün gece için özür dilerim.' Şaşırdım. Ne olmuştu ki dün gece? 'Kahve içmek istiyorum,' dedim. Hemen getirttiler. Ama onunla oturmak istemedim. Kahvemi alıp bahçeye çıktım. Sigaramla birlikte içmek istedim. O da geldi peşimden. Yine özür diledi. Hâlâ ne için olduğunu anlamamıştım.

'Gerçekten çok iyisin,' dedi. 'Güzeldin…' dedi. Sonra konuyu değiştirdi: 'Hadi bakalım, senin Türkiye’ye gitme zamanın yaklaşıyor. Ama önce burada bir iş var. İki gün sonra seni uğurlarız.'..



Roman - Bölüm 11: Vicdanın Yükü

Hazırlan, saat 15:00’te çıkacağız,' dedi. Ve ben… hiç gitmek istemiyordum. Orayı kendime yuva bellemiştim. Ama saat tam 15:00 olduğunda yola çıkma vakti gelmişti.

Artık ilk gelen çömezlerden değildim. Bu işin nasıl yürüdüğünü, nereye varacağını az çok biliyordum. Orta Doğu’daki ülkeler başta olmak üzere birçok ülke silah satın almak için Amerika, İngiltere veya Rusya’nın kapısını çalıyor. Onlar para kazanırken, savunma ihtiyacındaki ülkeler daha da fakirleşiyor.

Daha fazla silahın ve silahlanmanın bu dünyaya barış getiremeyeceğini anlamak için ille de bir dünya savaşı mı çıkmalı? Aslında bu yarışta, silah satanlar bile kaybediyor.

En çok silah satan ve kazandığı düşünülen Amerika, dünyanın neredeyse her köşesinde askeri bulundurmak zorunda kalıyor. Yani daha fazla harcama yapıyor. Amerika’da bile vicdan sahibi, aklı başında birçok insan bu durumdan rahatsız.

Silah lobileri öyle güçlü ki… iktidarları bile belirleyebiliyorlar. Özgür dünyanın ve vicdan sahibi insanların bu tüccarlara dur demesi gerek ama mümkün değil gibi. Eğer silaha değil de, eğitime ve sağlığa yatırım yapılmış olsaydı, bugün dünya çok daha yaşanabilir bir yer olurdu.

Afrika açlıktan kırılmazdı. Silahlanma yarışı devam ettiği sürece, fakirlik, cehalet ve ihtilaflar da devam eder. Dünyanın bir ucunda insanlar açlıktan, susuzluktan ve çaresizlikten kırılırken; diğer yanda huzur içinde yaşamak mümkün mü?

Komşunun evi yanarken selfie çeken bir toplum, gün gelir kendi evinin yandığını seyreder. Bu gerçeğin farkında olmayan toplumlar, açlığa, çaresizliğe ve yıkıma katlanmak zorunda kalır.

Kendi çocuğu sürece, başkasının çocuğunun acısını yüreğinde hissetmeyenler, bir gün evlat acısıyla karşılaştığında ne demek olduğunu anlayacak… ama çok geç olacak.

Ve ben bugüne kadar okuduğum tüm savaş hikâyelerinde, izlediğim hiçbir videoda, savaşın gerçek bir kazanımı olduğunu görmedim...

Roman - Bölüm 12: Gölgenin Ticareti

Dünya silah sızlanmasını durdurmak için çaba harcıyor. Her ne kadar son sürat silahlanma yarışında olsa da, sen silah sahibi olmak için yanlış yollara girme. Muhtar olmaya, tercüman olmaya kalkışma. Bu işler masumca başlamaz. Ben daha önce bu kadar yüklü miktarda doları bir arada görmemiştim. ABD Darphanesi'nde çalışanlar haricinde, normal insanların bu paraları görme şansı olduğunu sanmıyorum. Hele 16 yaşındaki bir çocuğun? Mümkün değil.

Birer demet para alındıktan sonra oradan vedalaşıp çıktık. 100 kilometre yol gittikten sonra bir kuyumcuya vardık. Orta Doğu’daki kuyumcular kadar cafcaflı değildi. Sade bir dükkandı. Beyaz altın ağırlıklı satıyorlardı. İçeride yaşlı bir kadın, genç bir kız ve bir adam vardı. Selam verdik. Hepsi beni sıcak karşıladı.

Peri kızı beni tanıştırdı. Ardından dükkanın arkasındaki odaya geçtik. Oda, dükkan kadar genişti. Ne içersin diye sorulmadan önüme çay kondu. Ona ise kahve ikram edildi. Ardından kendi dillerinde konuşmaya başladılar. Ticaret yapılıyordu. Nihayet anlaşma sağlandı. Adam bir kağıda bir şeyler yazıp peri kızına verdi. Ayrılırken tekrar buraya geleceğim söylendi.

Geriye aynı 100 kilometrelik yolu döndük. Gittiğimiz evde yaşlı kadın ve adam bize yemek hazırlamıştı. Peri kızı ne ara haber verdi, hâlâ bilmiyorum. Sofraya buyur edildik. Yemeğimizi yedik. Ardından kağıt masaya kondu. Kadın cebinden 100 dolar çıkarıp peri kızına verdi.

Artık akşam olmuştu. Peri kızı bana arabayı verdi. 'Gece konaklaman ayarlandı. Sabah iş bitecek. Tekrar burada buluşuruz,' dedi. Vedalaşırken gözümün içine baktı. Sanki bir şey söyleyecekti ama sustu. Yol boyunca ne söyleyeceğini düşündüm. İçimde büyüyen nefretle birlikte… Venera’yı elimden almıştı sonuçta.

Vardığım yerde sadece o genç kız vardı. Bana bir şeyler söyledi ama anlamadım. El işaretiyle 'takip et' dedi. Dükkanın içinden geçtik. Arka tarafta bekleyen bir arabaya bindik. 20 kilometrelik bir yolculuktan sonra bir eve vardık.

Kapıyı o açtı. İçeri girdik. Bana bir oda gösterdi. Orada kalacağımı anladım. Sonra mutfağa geçip kendine bir şeyler aldı. Ben de 'herhalde şimdi gider' diye düşünüyordum. Ama gitmedi. Kanepeye geçti. Televizyon açtı. Ben de sessizce yanına oturdum.

Arada bir bana göz ucuyla bakıyordu. Göz göze geldiğimizde gülümsüyordu. Ben de ayıp olmasın diye gülümsedim. Aslında hiç gülmek istemiyordum. İçimde bir yorgunluk, bir bitkinlik vardı. Odama geçtim, ayakkabılarımla yatağa uzandım. Nasıl olsa birazdan çıkarım diye düşündüm.

Aklım hâlâ onun bana ne söylemek istediğindeydi. Kafamın içinde teoriler dönüp duruyordu. Ama bir türlü çözemedim. Sonra kapının çalmasıyla irkildim. Ve artık işe başlama vakti gelmişti…


Roman - Bölüm 13: Gölgenin Öncesi

Sabah hafif bir uğultuyla uyandım. Gözlerimi açtığımda hâlâ geceye ait bir yorgunluk üzerimdeydi. Rüyalarım bile gerçek hayat kadar ağırdı artık. Kalktım, ayaklarım yere değdiğinde hâlâ içinde bulunduğum yerin bana ait olmadığını hissettim. Ama dışarı çıkmadan önce, kahve içmek farzdı.

Odanın dışına çıktığımda genç kız hâlâ evdeydi. Televizyon açıktı. Sanki hiç uyumamış gibiydi. Mutfağa geçtim, o da yanıma geldi. Kahve yaptı. Konuşmadık. Konuşmaya ihtiyaç da yoktu. Zaten bazı insanlar, bir kelime bile etmeden birbirini tüketebilir.

Kahvelerimizi içerken dışarının sessizliğini dinledim. Bu sessizlik, fırtına öncesi bir uyarı gibiydi. Belki de içimdeki fırtınaydı sadece… Bilemiyorum.

Kahvemizi bitirdikten sonra o hazırlanmak için içeri geçti. Ben de çantamı topladım. Ardından birlikte dükkâna doğru yola çıktık. Geldiğimizde içerideki hava dün geceki gibi değildi. Daha soğuk, daha gerilmişti.

Bizi karşılayan adam bu kez daha mesafeliydi. Ne bir espri, ne bir sıcaklık… İşin ağırlığı iyice oturmuştu. Arka bölmeye geçtik. Konuşmalar kısa, net ve ölçülüydü. Ellerindeki belgeleri masaya serdiler. Kağıtlar, rakamlar, şifreler… Her şey hazır gibiydi.

Peri kızı gözümün içine baktı. “Bu gece son adım,” dedi. “Sonrası başka bir rota.” Ne rotasıydı, bilmiyorum. Ama onun gözlerinde yorgunluğun da, telaşın da izleri vardı.

Birkaç saatlik hazırlığın ardından yeniden dışarı çıktık. Bu sefer akşam üzeriydi. Sokak lambaları henüz yanmamıştı ama hava kararmaya başlamıştı. Hedef belliydi. Yönümüz netti. Ama içim karışıktı. Çok karışıktı…

Her şey sıradan gibi görünüyordu. Tıpkı bu gece yaşanacak her şey gibi… Sıradan, ama keskin…

Roman - Bölüm 14: Tuzak

“Peri kızı ben burada kalayım, sen git,” dedi. Ben de 'olur' dedim. Zaten oradaki Türkçe bilen adamla daha iyi anlaşabiliyordum. Buradaki kızla iletişim kurmak zordu. Aynı dili bilmeden anlaşmak zordu. Ama yine de, onun gözlerinde daha önce görmediğim bir anlayış vardı.

Tekrar eski yere döndüm. Kapıda beni karşıladılar. Kahve ikram ettiler. Kahvemizi içtikten sonra araçlar hazırlandı. Yola çıkmaya hazırdık. Ancak bir tuhaflık vardı; bu kadar yüklü para transferi için sadece iki araç ayarlanmıştı. Fazla sorgulamadım. Belki de benim bilmediğim bir sistem vardı.

30 kilometre yol aldıktan sonra, tam Türkiye’ye dönüşü ve aileme nasıl hesap vereceğimi düşünürken bir anda ortalık karıştı. Polis araçları aniden ortaya çıktı. Sirenler çılgınca çalıyordu. Önümüzdeki araç sağa çekti. Ben de durdum.

Şoförleri arabadan indirdiler. Bana doğru yöneldiler. Camımı indirdim. Kalmak mı, kaçmak mı? İçimdeki ses kaç diyordu. Gaza bastım. Arkadan ateş açtılar. Kurşun sesleri arasında hızla uzaklaştım. Daha önce bir polisin böyle ateş ettiğini görmemiştim. Ama onlar polisti, bense artık kaçan biriydim.

Peri kızını aradım. Telefonu kapalıydı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Tek bildiğim: kendimi ele vermemeliydim. Onun olduğu yere doğru yola çıktım. Arabayı arka sokaklara park edip yürüyerek yaklaştım. İnsanlar toplanmıştı. Ve peri kızını kelepçeli halde dışarı çıkarıyorlardı.

Bir şey yapmak istedim. Ama karşımdakiler bir ülkenin resmi polisleriydi. Görev yapıyorlardı. Onlara zarar veremezdim. İçim kan ağlıyordu. Araca bindirildiler. Yanlarında kız, annesi ve babası yoktu. Bu detay aklımı kurcaladı. Polis ayrım yapmazdı. Yapmamalıydı.

Arabaları belli bir mesafeden takip etmeye başladım. Tıpkı bir film sahnesi gibiydi. Bu sefer polis suçluyu değil, suçlu polisi takip ediyordu. 40 kilometre sonra bir yola saptılar. Ben de mesafeyi koruyarak arkasından döndüm.

Boş bir arazide durdular. Diğer şoförler de oradaydı. Hiçbirinde kelepçe yoktu. Ama peri kızının elleri hâlâ bağlıydı. Bu işte bir tuhaflık vardı. Polis karakola, savcılığa götürür. Ama burada… fabrika önündeydik.

Arabamı uzakta bir yere park ettim. Anahtarı tekerleğin üstüne bıraktım. Ortam sessizdi. Nöbetçi görünmüyordu. Arka tarafa dolanarak içeriyi gözetlemeye çalıştım. Ama sadece havalandırma boruları vardı. Ön tarafa doğru ilerledim.

Polisler üniformalarını çıkarmıştı. Peri kızı sandalyeye bağlanmıştı. Diğer şoförler gülerek onlarla içiyordu. Uzakta bir adam telefonla konuşuyordu. O an her şey netleşti: bu bir operasyon değildi, bu bir tuzaktı.

Elimden bir şey gelmiyordu. İçeriye girip çatışmak akıl karı değildi. Filmlerdeki gibi kahramanlıklar gerçek hayatta can alır. Kurşun kafanın üzerinden geçtiğinde, cesaret yerine nefes alma refleksi devreye girer.

Oradan ayrılamazdım. Birilerini aramalıydım. İranlıyı aramak geldi aklıma. Hızlıca durumu özetledim. 'Sakın kıpırdama, yerini koru. Kendini ele verme. Bir şey olursa konum bildir,' dedi. Beklemeye başladım...

Roman - Bölüm 15: Geri Dönüş

İçeride telefonla konuşan adam, görüşmesini bitirdikten sonra diğerlerinin yanına geldi. Bir şeyler söyledi. Onlardan biri sadece başını salladı. Ne dediğini duyamıyordum, ama bir planın devreye alındığını sezmiştim.

Arabaların içindeki paraları tek bir araca aktardılar. Ön kapak açıldı, araç hareket etti. Üç kişi içeride kaldı. Peri kızının karşısına geçen adam, onunla konuşmaya başladı. Sanki birazdan onu alıp gideceklerdi. Tam o sırada birinin silahını çektiğini gördüm. Bu, infaz anıydı. Artık bir karar vermeliydim.

Ya sessizce bir ölüm izleyecek ya da kaçacaktım… Ya da müdahale edecektim. Can mı, peri kızı mı? Kararım netleşti. İçeri girdim. Hepsi yüksek sesle konuşuyordu. Rusça bilmediğimden ne söylediklerini anlamıyordum. Üç kişiye karşı tektim.

İlk adım çok önemliydi. Silahımı çektim. Hedefim netti. Peri kızının karşısındaki adamı omzundan vurdum. Adam yere düştü. Diğer ikisi donakaldı. Silahımı onlara doğrultup yaklaştım. Peri kızı kıvranıyordu. Onlara elini çözmelerini söyledim ama anlamadılar.

Silahın ucuyla yönlendirdim. Peri kızının ellerini çözdüm, ayaklarındaki ipleri de o kendi çözdü. Hemen vurulan adamın silahını aldı. Gözünü kırpmadan üçüne de kafasından sıktı. O an bir insanın hem özgürlüğü hem de vahşeti nasıl taşıyabileceğini gördüm.

Şoktaydım. Elimdeki silah artık sadece bir metaldi. Hareket edemiyordum. Peri kızı bana, 'Ne bakıyorsun? Hadi gidelim,' dedi. Arabayı sordum, yeri söyledim. Silahları toplayıp kolumdan çekerek beni dışarı çıkardı. 'Çabuk, paralar gidiyor!' dedi.

Arabaya atladık. Ben sürdüm. İranlıyı arayıp durumu anlattım. Peri kızı da onunla Rusça konuştu. Büyük bir kasabanın içinden geçip oto sanayiye benzeyen bir yere geldik. Arabayı park edip sessizce ilerledik. Bizi bekleyen bir adam vardı. İçeri geçtik.

İranlı ve yaklaşık yirmi adam içerideydi. Bizi görünce rahatladı. Peri kızı durumu anlattı. İranlı beni içeride bırakmak istedi. Ben 'hayır' dedim. 'Ben de geleceğim.' Gözlerime bakıp, 'Peki, gel ve öl,' dedi.

Arabaya bindik. 70-80 kilometrelik sessiz bir yolculuk yaptık. Kapısında 10-15 adamın nöbet tuttuğu bir yere geldik. Arabaları durdurduk. İranlı bana, 'Yanımdan ayrılma,' dedi. Hepimiz hazırdık. Peri kızı öfkeden bir canavara dönüşmüştü.

İranlı onun emirlerine boyun eğiyordu. Bana sordu, 'Sen olsaydın nasıl girerdin?' 'Arka taraftan sessizce sızar, kör noktadan saldırırdım,' dedim. 'Tamam, o zaman başla,' dedi. Ne bakıyorsun, başla!'

Arka tarafa geçtim. Dört adam peşimden geldi. Binanın diğer tarafında, içeriyi görecek bir nokta bulduk. Para yüklü araç oradaydı. İçeride daha önce dükkânda tanıdığım adam ve kadın, sarraf ve kızı vardı.

Ya ölecektik ya da öldürecektik. Ama parayı alacaktık. Sıcak çatışmanın başlamasına saniyeler kalmıştı…

Roman - Bölüm 16: Hesaplaşma

Arka taraftan yaklaşırken, kalbim göğsümde değil, boğazımdaydı. Dört adam sessizce beni takip ediyordu. Kimse konuşmuyordu. Herkesin gözleri öne sabitlenmişti. İçeridekiler hâlâ durumun farkında değildi. Onlar, teslim aldıklarını ve işi bitirdiklerini sanıyorlardı.

Binanın arkasında, kırık bir cam vardı. Eğilip içeriyi izledim. Para dolu araç, fabrikanın ortasında duruyordu. Herkes etrafında toplanmıştı. Kadın, gülerek bir şeyler anlatıyordu. Sarraf koltuğunda yayılmıştı. Bu rahatlıkları öfke vericiydi.

Peri kızının öfkesi hâlâ kulaklarımdaydı. Onu sandalyeye bağlayanlar şimdi kahkahalar atıyordu. Bir işaret verdim. Arkamdaki adamlardan biri yana kaydı, diğerleri farklı yönlere dağıldı. Saniyeler geçiyordu. Zaman uzuyor gibiydi.

İçeri girmeden önce silahımın şarjörünü kontrol ettim. Hepsi tamdı. Gözümdeki ter bile bana düşman gibiydi. Derin bir nefes aldım. 'Şimdi!' dedim içimden.

Kapı kırıldı, camlar patladı. İçeriye ilk ben atladım. Gravatlı siyah elbiseli olan adama ateş ettim. İçeridekiler bir anda ayağa fırladı. Biri silahına uzandı ama bizim çocuklardan biri daha hızlıydı. Havaya bir el ateş edildi.

Kaos başlamıştı. Herkes bağırıyor, sağa sola kaçıyordu. Kadın yere yattı, adamlardan biri teslim oldu. Ama sarraf, pervasızca bize doğru bağırarak geldi. Peri kızı içeri girdiğinde gözleri ateş gibi yanıyordu. Sarraf ona yaklaştığı anda hiçbir tereddüt göstermeden tetiği çekti.

Sanki zaman dondu. Sarraf yere düştüğünde odadaki sesler sustu. O sessizlik, sarrafın kızı masanın altında duruyordu. Peri kızı masayı kenara fırlatarak kızın saçından tuttu, ağzına silahını koydu. İranlı sadece bakıyordu ve herkes meraklı bir şekilde olan biteni izliyordu. Tetik çekeceği anda ben elinden tuttum. Bir kadını öldürmek bir kadına yakışmıyordu. Kadın kadına zulmetmemeliydi. İmkanlar ve şartlar ne olursa olsun bir kadın bir kadın katili olmamalıydı.

Gözlerinin içine öyle bir şekilde baktı ki… Ben kızın saçlarını onun elinden aldım. Kıza “gidebilirsin” dedim. Bana “bunun hesabını sana sorarım” gibi tehditler savuruyordu. İranlı onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Savaşın bittiğini fısıldıyordu. Ama bu, zafer değildi. Bu, sadece kapanan bir sayfaydı.

Peri kızının nefesi düzensizdi. Ellerini yumruk yapmıştı. Yanıma geldi, 'Paraları toplayın. Gidiyoruz,' dedi. Gözleri hâlâ o sandalyede bağlanmış halini hatırlıyordu.

Araçlara yükleme yapıldı. Kimse konuşmuyordu. Herkes sessizdi. Belki utanç, belki de yorgunluk… Belki de sadece ölümün ağırlığıydı üstümüzdeki.

Dönüş yolunda, hiçbirimiz birbirimizin gözlerine bakmadı. Ama hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk: Bir daha asla aynı insanlar olmayacaktık...

Roman - Bölüm 17: Bekleyenler Affetmez

Dönüş yolculuğu, sessizliğin en ağır halini taşıyordu. Herkes hayatta kaldığı için rahatlamış ama yaşadıklarının ağırlığını omzuna yıkmıştı. Peri kızı pencereye dönük oturuyor, dışarıda hızla geçen karanlığa bakıyordu. Dudakları mühürlüydü, gözleri geçmişte bir sahnede donmuştu.

İranlı, ön koltukta sessizce oturuyordu. Tek bir kelime bile etmemişti. Sanki her şeyin sorumlusu oymuş gibi bir suçluluk taşıyordu üzerinde. Ama asıl fırtına, içimizdeydi. İnsan bazen ne kadar güçlü görünse de yaşadıklarının içinde yavaş yavaş parçalanır.

Ben ise arka koltukta, camdan dışarı bakarken kendi içimde bir muhakeme yapıyordum. İlk defa birine, yani Peri kızına 'dur' dedim. İlk defa ölüm yerine hayatı seçtim. Bu benim için kırılma noktasıydı. Belki de bu yolculuğun beni dönüştürdüğü andı.

Şehre vardığımızda güneş doğuyordu. Yeni bir gün başlamıştı ama bizim gecemiz hâlâ bitmemişti. İranlı arabayı durdurdu. 'Bir süre ortalıkta görünmeyin,' dedi. Bu işin arkasında kim var onu araştıralım bir şey bulunca karadan birbirimize haber verelim dedi. Bu işin arkasında olanlar sevkiyatları engelleyecektir. Bir süreliğine sevkiyatları yapmayalım... Sanki Peri kızına değil de bana söylüyordu.

Ve ben Türkiye’ye dönmek için can atıyordum zaten ama bu durumdayken Türkiye’ye dönmek istemiyordum çünkü ben Türkiye’ye gidip tekrar buraya gelmeyi planlıyordum. Ben daha işin başındaydım ve hedefim Orta Doğu’nun en büyük silah tüccarı olmaktı. Artık Türkiye’ye gitmemin sebebi sadece ailemi görmek değildi. Aslında göndermiş olduğum paraların nasıl değerlendirildiğini, bu paralarla neler yapıldığını, oradaki durumu kontrol etmek için Türkiye’ye gidiyordum.

Bir yandan da annem ve babamı, kardeşlerimi de özlemiştim ama gözüm o kadar kararmıştı ki tek hedefim Orta Doğu’nun en büyük silah tüccarı olmaktı. Türkiye’de de durma şansım yoktu. Okuldaki kaydımı bile silmişlerdi bu zamana kadar diye düşünüyordum. Onun için tek çıkış yolu artık buraya geri gelip tekrar işleri büyütmekti ve buradaki düzenim bozulmaması gerekiyordu. İranlı adeta bunları görmüş gibiydi sanki. Peri kıza, 'Buradan sonra herkes kendi yoluna.' dedi.

Peri kızı ilk defa göz göze geldi benimle. Gözlerinde fırtına dinmişti ama yerini bir boşluk almıştı. Elini uzattı, 'Kurtardığın can, senin omuzuna yazıldı,' dedi. Ardından arkasına bile bakmadan yürüyüp gitti.

Ben orada öylece kaldım. Elimi sıkan avuç içindeki sıcaklık hâlâ elimdeydi. Ne hissedeceğimi bilemiyordum. Kazanmış mıydım, yoksa sadece bir savaştan sağ mı çıkmıştım, bilmiyorum. Ama bildiğim tek bir şey vardı: artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Ve ben de Peri kızının peşine takılıp gittim. Peri kızı benim onun arkasında gittiğimi görünce durdu. 'Türkiye’ye gitme zamanın geldi,' dedi. 'Ben de henüz değil,' dedim. 'Bu işi buraya getirenleri bulmadan buradan hiçbir yere gidemem.' dedim. Şaşırmıştı.

'Ne yani gitmiyor musun?' dedi. 'Hayır,' dedim. 'Sen de benimle geliyorsun.'

'Nasıl yani?' dedi. 'Basbaya benimle geliyorsun. Evine gitmeyeceksin,' dedim. 'Bu işi bu şekilde tezgahlayanlar senin evini gözlem altında tutuyorlardır. Bir süre oradan uzak durup uzaktan olan biteni görmemiz gerekiyor. Biz piyasadan çekilince bunların ne hareket yapacaklarını görmemiz gerekiyor.' dedim.

Hayır demek istiyordu aslında fakat bir yandan da doğru söylediğimin farkındaydı. Nihayetinde Peri kız akıllı bir kızdı.

'Peki,' dedi ve arabaya geçtik. 1.5 sene önce tanıştığım Suat ve lakapları 'ikiz' olan iki kardeş vardı. Onlara doğru yola çıktık. Tabii Peri kızı nereye gideceğimizi bilmiyordu, sadece camdan dışarıyı izliyordu...

Roman - Bölüm 18: İhanetin Adı - Aslan Batukaev

Rus istihbaratı sessiz değildi. Fabrikada bulunan cesetler, kullanılan silah türleri ve olay yerindeki parmak izleri büyük bir soruşturmanın fitilini ateşlemişti. Kısa sürede izler, Peri kızının yaşadığı eve kadar uzandı. Bizim içinse bu, bir testti. O gece orada olmamamız, belki de kaderin bize verdiği bir şanstı.

Evin etrafı sabaha karşı sessizce sarıldı. Siyah araçlar sokağın başında belirdi. Kar maskeli, zırhlı adamlar çatılardan, yan sokaklardan ilerliyordu. Telsizlerden net komutlar geliyordu: 'Hiçbir şeyin gözden kaçmasına izin yok.'

Biz uzaktan izliyorduk. Peri kızıyla birlikte gözlerimizde aynı ifade vardı: soğuk, öfkeli ve tetikte. Evden biri çıkarılmadı. İçerisi didik didik arandı, belgeler, dijital kayıtlar, hatta ayakkabı tabanları bile kontrol edildi. Ama nafileydi. Biz çoktan gölgelerin içine çekilmiştik.

Tam geri çekilirken telsizden bir ses yankılandı. Kalın, boğuk bir ses: 'Batukaev… Aslan Batukaev bu işin arkasında olabilir.'

İsmini duyar duymaz göz göze geldik. Peri kızının yüz ifadesi bir anda değişti. Dudaklarından sadece bir kelime döküldü: 'Hain.'

Aslan Batukaev, geçmişte bir dosttu. Birkaç operasyonu birlikte yürütmüş, omuz omuza vermiştik. Ama onun tek sadakati paraya ve güceydi. Çeçen asıllıydı, bir dönemin efsane komutanıydı. Şimdi ise büyük bir şebekenin parçasıydı. Bizim yerimizi ve planlarımızı sızdırdığı açıktı.

'Bu işi burada bitirmeyeceğiz,' dedim Peri kızına. 'Onların bize oynadığı oyunu, şimdi biz sahneleyeceğiz.'

Peri kızı başını salladı. Bu sefer ilk defa korku değil, kararlılık vardı gözlerinde. 'O bizi sattıysa, biz de onu tarihe gömeriz,' dedi.

O andan sonra artık savunma değil, saldırı zamanı başlamıştı. Aslan Batukaev’in izini sürecek, ağını çözecek, onu ortaya çıkaracaktık. Bu sadece bir hesaplaşma değil, namus meselesi olmuştu...

Roman - Bölüm 19: İhanetin Bedeli

İhanetin bir bedeli olmalıydı. Bu yolun sonunda affetmek yoktu. Peri kızı, ihanetin ne demek olduğunu bedeninde hissetmişti; ben ise ruhumda. Aslan Batukaev’in bizi sattığı andan itibaren, kaderi yazılmıştı. Bu tür ihanetlerin sonu ya mezar, ya da sonsuz kaçıştı. Ve ben ona ikincisini şans olarak bile görmeyecektim.

Peri kızı duygularını içinde gömüyordu ama ben onun acısını her bakışında görüyordum. Artık birbirimize sadece yoldaş değil, yarım kalmış bir şeyin izlerini taşıyan iki yara gibiydik. Herkes geri çekilmişti ama ben geri dönmeyecektim. Aslan’ı bulacaktım.

Onun izini sürmek kolay olmadı. Sahte kimlikler, sahte güzelliklerle süslenmiş kadınlar ve onun arkasında kalan yakılmış bağlantılar... Gürcistan, Moldova, Bulgaristan derken kendimi sonunda Ermenistan’da buldum. Orada kısa bir süre görüldüğü haberi vardı ama asıl iz beni Ukrayna’ya götürdü.

Ukrayna’da iz sürdüğüm bir mekânda onun bir kadınla beraber yaşadığı söylendi. Takma adla kalıyordu ama izlerini silmekte çok da başarılı değildi. Paranın izini takip ettim. Ve nihayet, onun sevgilisiyle kaldığı o lüks otel odasını öğrendim.

Kahkahalar yükseliyordu içeriden. Belki de hayatının en mutlu anlarındaydı. Ne ironiydi değil mi? Mutluluk, bazen ölümün hemen öncesinde gelir. Kapıyı sessizce açtım. Yatakta, çıplak bedenini sararken sevgilisinin gülümseyen gözlerine bakıyordu. Tam o anda silahı doğrulttum.

İhanetin bedeli budur, dedim. Ne bağırdı, ne savunmaya çalıştı. Sadece göz göze geldik. Tetiği çektim. Kan, yatağa ve mutluluğuna karıştı. Sevgilisi çığlıkla kendini geriye attı. Ama ben ona bakmadım bile. Aslan Batukaev artık bir ihanetti; ve ben onu tarihten sildim.

Bu infazla sadece intikamımı değil, sessiz kalanlara da ses verdim. Adım yeniden konuşulmaya başlandı. Piyasada yankı uyandıran bu sessiz infazlar, benim için ‘ben buradayım’ demekti. Artık gölgede değil, karanlığın merkezindeydim.

Ama kalbimin bir köşesi hâlâ Kazakistan’da kalmıştı. Venera… Bir tebessümüyle içimi yakıp geçen kadın. Onunla yarım kalan hikâyem hep gözlerimin önündeydi. Artık Peri kızıyla aramızda sessiz bir anlaşma vardı. Birbirimizi anlıyorduk. Ama sevmek… Sevmek başka bir şeydi. Ve ben hâlâ acı çekmeye devam ediyordum.

Bu yol kanla yazılmıştı. Ve ben o kanın içinde yürümeye devam ediyordum. Daha bitmedi. İhanetin yankısı hâlâ sürüyordu. Ve ben hâlâ ayaktaydım.


Roman - Bölüm 20: Gölgedeki Adam

Türkiye dışında bir efsaneye dönüşüyordu. Özellikle Karadeniz kıyılarında, Orta Doğu'nun en karanlık bölgelerinde, Afganistan’ın dağları ve Ukrayna’nın mermi izleriyle dolu sokaklarında adından söz ettiriyordu. Artık sadece silah tüccarı değil, karanlık dünyada bir denge unsuruydu. Ama kendi ülkesinde, ailesi onun nerede olduğunu, ne yaptığını bilmiyordu. Onlar için hâlâ bir akrabada çalışan, yurt dışında yaşayan sıradan biriydi. Ne annesi, ne babası, ne kardeşleri onun gölgede yürüyen bir adam olduğunu bilmiyordu.

Silah ticaretinde öyle bir noktaya gelmişti ki, adı anıldığında kapılar açılıyor, paralar hazır bekliyordu. Ama bir kuralı vardı: Uyuşturucu ve kadın ticareti yapanlarla çalışmazdı. Onlara savaş açmıştı. Birçok karanlık lider onun infaz listesine girmişti. Özellikle İstanbul’da faaliyet gösteren uluslararası bir kadın ticareti şebekesinin liderini, Kiev'de bir otelin bodrum katında, basit bir kelepçeyle bağlıyken infaz etti. İnfaz sonrası 'Kadın bedenini satmak, insanlığın ruhunu öldürmektir' notunu bıraktı.

Bu hareket, hem onu tanrısal bir figüre hem de en büyük tehdit haline getirmişti. Artık sadece tüccar değil, adaletin kendi yöntemini yaratan bir hayaletti. Örgütler onunla çalışmak istiyor ama aynı zamanda korkuyorlardı.

Peri kızı, artık sadece bir silah ortağı değil, duygusal olarak da ona yakındı. Geceleri kalbinin çırpınışlarını duyurmak için yatakta yanında olmaya çalışıyor, sabaha kadar onun dönmesini bekliyor, hiçbir söz söylemeden sadece varlığıyla dokunmak istiyordu. Ama kahramanımızın kalbi hâlâ Kazakistan'da kalmıştı. Venera… Geceleri onu unutmak için gözlerini kapattığında, yüzü hep onunla beraberdi. Ama ona dönmeyeceğini de biliyordu. Onu kalbinde öldürmeye çalışıyordu. Ve bu ölüm, onu her gün yeniden yakıyordu.

Peri kızına karşı ise bir minnet, bir sadakat vardı. Ama aşk değil. O da bunu biliyordu. Ama vazgeçmiyordu.

Ukrayna’da bir akşam, gizli bir sevkiyat anlaşması için limanda görüşme gerçekleştirecekti. Konum gizliydi, insanlar seçilmişti. Ama bir hain vardı. Görüşme sırasında uzaktan ateş açıldı. Kurşun sağ omzuna saplandı, arkasından gelen ikinci mermi ise böğrüne... Dengesini kaybedip yere düştü.

Etraf karıştı. Peri kızı onun yanında değildi. Ama haberi alır almaz ilk gelen o olacaktı. Gözlerini yarı açık şekilde limanın üzerindeki bulutlara dikerken sadece bir şey düşündü: 'Venera…' Sessizce, kalbinden bir fısıltı gibi döküldü ismi. Sonra gözleri kapandı.

Ambulans sireni yaklaşırken, limandaki infaz sessizliğe gömüldü. Gölgedeki adam ilk kez bu kadar açıkta vurulmuştu. Ya son perdeydi, ya da yeni bir başlangıcın eşiği...



Roman - Bölüm 21: Kayıp Zihin, Yeni Yol

Karanlık bir odada gözlerini açtığında ilk hissettiği şey, acıydı. Ne zaman, nerede, kim tarafından vurulduğunu hatırlamıyordu. Aslında hiçbir şey hatırlamıyordu. Boğazında kuruluk, kolunda derin bir sızı vardı. Tavan lambası loş ışığıyla titriyor, odadaki sessizlik tüyleri diken diken edecek kadar derindi.

Hastanedeydi. Başında kırmızı saçlı bir kadın bekliyordu. Eva... Doktor Eva, onu kurtaran kişiydi. Silahlı saldırı sonrası gece acil servise alınmış, ameliyata sokulmuştu. Ancak Eva, sabaha karşı hastaneye yapılan bir baskını öğrenince onu gizlice kaçırarak kendi özel kliniğine götürmüştü. Onu korumak için. Görünüşte...

Arin, hafızasını kaybetmişti. Nerede olduğunu, kim olduğunu, geçmişini... hiçbir şeyi bilmiyordu. Eva ise bu durumdan faydalanmaya karar verdi. Ona sahte bir isim verdi, geçmişine dair kendi yazdığı bir hikâyeyi anlattı. Arin, buna inanmak zorundaydı çünkü elinde başka bir gerçek yoktu.

Aylar geçti. Eva, onu iyileştirdi, baktı, besledi… ama bir gece, alkolün etkisiyle Arin kendini Eva’nın yatağında buldu. O gece olanlar, hafızasını kaybetmiş bir adamın kontrolü dışında yaşanmıştı. Sabah uyandığında hiçbir şey hatırlamıyordu ama Eva’nın bakışları her şeyi anlatıyordu.

Zaman geçti, Eva hamile kaldı. İkiz çocukları olacaktı. Arin, kim olduğunu hâlâ hatırlamıyordu ama bir şekilde sorumluluğu hissetti. Eva ona kendi kurduğu hayali hayatı yaşatıyor, onu olduğuna inandırdığı adam gibi yönlendiriyordu. Arin sessizdi. Kabullenmişti. Belki de mecburdu.

Ama kalbinde bir boşluk vardı. Geceleri balkonda sigarasını içerken gözlerini uzaklara diker, bilmediği bir yüzü hatırlamaya çalışırdı. Rüyalarında bir kadın belirirdi; yüzü bulanıktı ama kokusu tanıdıktı. Bir yerlerde biri onu bekliyordu gibi hissederdi.

Bir gün, kasabada düzenlenen atlı gösterilerde Eva’nın ısrarıyla ata bindi. Atlara alışkın değildi ama kalabalığın içinde at koştururken bir anda dengesini kaybetti. Sert bir şekilde yere düştü. Gözleri karardı, başı döndü. Ve sonra… zihninde bir fırtına koptu.

Görüntüler, sesler, kokular… bir anda her şey geri geldi. Peri kızının yüzü, Kazakistan’daki anlar, silahlar, ihanetler, Venera… her şey bir film şeridi gibi zihninde canlandı. Bağırarak doğruldu. Eva yanına koştuğunda, Arin’in gözleri artık bambaşkaydı.

‘Sen kimsin?’ diye sordu Eva’ya. Kadın donakaldı. Gerçek ortaya çıkmıştı. Arin artık kim olduğunu hatırlıyordu. Bu hayata, bu düzene, bu yalanlara daha fazla tahammülü yoktu. Çocuklarına veda etti… Onlara bir mektup bıraktı. Ama Eva’ya tek kelime etmeden ortadan kayboldu.

O gece sabaha kadar süren yolculuğun sonunda Moskova’ya vardı. Peri kızının yaşadığı şehre. Artık her şey değişmişti. Yarım kalan bir hikâyeyi tamamlamak için geri dönmüştü. Yüreğinde kırık bir baba, geçmişinden dönen bir hayalet ve önünde kanla yazılmış bir kader vardı.

Roman - Bölüm 22: Geri Dönüş

Yıl 2009. Kafkas coğrafyasında kar hâlâ toprağın utancını örtememişti. Moskova'ya adımını attığında, Arin’in yüreği geçmişin izleriyle yeniden titremeye başladı. Hafızası geri dönmüş, gözlerindeki kayıp adam gitmişti. Şimdi gözleri ateş gibi yanan bir adamdı. Gölgesi bile tehdit sayılacak kadar netti.

Peri kızı onu gördüğünde olduğu yerde kaldı. Ellerinden tuttuğu çantasını yere bıraktı. Gözleri doldu, nefesi kesildi. Arin’in ismini fısıldadı. Arin... Gerçekten sen misin? Cevap bile beklemeden boynuna sarıldı. Arin kollarını ona sardı. Sanki bütün evren susmuş, sadece iki kalp konuşuyordu.

Peri kızı gözlerinin içine baktı. 'Neredeydin? Neden gittin? Neden sustun? Kaç kere rüyamda geldin, neden sustun Arin!' Arin başını eğdi. 'Sustum çünkü susturuldum. Kayboldum çünkü arayan olmadı. Döndüm çünkü yolumu buldum. Şimdi yeniden buradayım, ama ben eski ben değilim.'

Arin artık şiir okuyan, kelimeleri kılıç gibi kullanan biriydi. Peri kızının avuçlarına yüzünü yasladı. 'Senin gözlerin, beni hayatta tutan son şeydi. Herkes beni öldü sanıyordu, ama sen... sen hâlâ umutla bakan tek kadındın.'

O gece, eski dostlardan biriyle buluştu. Rusya'dan Çeçenistan’a giden bir sevkiyat vardı. Türkiye’den ve başka ülkelerden, özellikle mafya gruplarından Çeçenlere yardımlar ulaşıyordu. Arin de bu kanallarda yer aldı. Ama onun farkı, sadece paraya değil, söze, duruşa ve sadakate de yatırım yapmasıydı.

Racon kesenlerle değil, racon yazanlarla aynı sofraya oturuyordu artık. Arin’in adı artık karanlıkta fısıldanıyor, ama bir o kadar da saygıyla anılıyordu. Çeçen direnişine silah sağlayan, aynı zamanda şiirleriyle insanların yüreğine dokunan adamdı o. Kadınlar onun ağzından çıkan her cümleye mest olurken, düşmanları adını duyduğunda yön değiştiriyordu.

Peri kızı, Arin’in nasıl değiştiğine her geçen gün daha çok şaşırıyordu. Onun yanında olmak istiyor ama bir yandan da ona yaklaşmaya korkuyordu. Arin ise Peri kızıyla her anını yaşamaya kararlıydı. Artık birbirlerinden uzak kalmak istemiyorlardı.

Günler geçtikçe Arin için yeni bir görev doğdu. Bu kez hedef, Afganistan’dı. Silah sevkiyatı daha tehlikeli, daha büyük çaplıydı. Moskova Havalimanı’na yakın bir yerde bir ev kiralamıştı. Son hazırlıklarını burada yapıyordu.

Gece geç saatlerde pencereden dışarıya bakarken Peri kızına döndü. 'Beni affettin mi?' dedi. Kadın usulca yaklaştı. 'Affetmek mi? Ben seni hiç terk etmedim ki. Sadece kalbimin bir yerinde seni uyuttum. Şimdi tekrar uyandırdın.'

Sabah olmak üzereydi. Arin valizini kapattı, silahını kontrol etti. Afganistan’a gitmek üzere hazırdı. Ama Peri kızına son kez döndü. 'Bu sefer geri döneceğim. Çünkü artık gidecek değil, dönecek bir yerim var. Sen varsın.'

Roman - Bölüm 23: Sabaha Karşı, Sessizlik Kadar Sert

Koridor sessizliğini koruyordu. Birden alt katlardan gelen ağır bot sesleri binanın içinde yankılandı. Radyolu telsizlerden gelen kısa fısıltılar havada asılı kaldı.

Bu artık sıradan bir gözaltı değildi.
Bu… bir infaz timiydi.

OMON birlikleri binayı kuşatmış, FSB destekli özel timler arka çıkışları kesmişti. Pencereden dışarı bakan Arin, zırhlı araçları ve siyah kıyafetli, kasklı özel kuvvetlerin dizilişini gördü.

Tam o anda içerideki tahta kapı kırıldı.

“Всем стоять! Федеральная служба безопасности!”
(Herkes yere! Federal Güvenlik Servisi!)

Kapıdan içeri 3 özel eğitimli OMON mensubu girdi. Aynı anda camdan gelen ani bir refleksle Arin atladı. Camın parçaları kolunu keserken, dördüncü katın balkonundan bir alt terasa düştü.

Dışarıda bir karmaşa kopmuştu.
İki keskin nişancı onu hedef almıştı ama Arin, binanın arkasına doğru yuvarlanarak kendini çöp konteynerlerinin arasına attı.

Tak tak tak!
Dışarıda birkaç silah sesi patladı. Bir OMON görevlisi bağırıyordu:

“Уходи на юг! Он спрыгнул! Повторяю — он спрыгнул!”
(Güney cephesine geçin! Atladı! Tekrar ediyorum, hedef atladı!)

Arin nefes nefeseydi. Vücudu kanıyordu ama kaçıyordu. Ama… sonra…
Binanın içinden gelen yüksek bir sesle irkildi.

“Быстро! Убить её, если не сдастся!”
(Hızlı olun! Teslim olmazsa onu öldürün!)

Arin’in kanı dondu.
Birden arkasından gelen bir sesle durdu.

“Dur Arin!”
Peri kızıydı. Camdan dışarı sarkmıştı, göz göze geldiler.

“Arin… Türkçeye çevirmeme gerek var mı?” dedi, gözlerinden yaş süzülüyordu.
“Eğer sen teslim olmazsan, beni burada öldürecekler…”

Kısa bir sessizlik oldu. Arin kaçabilirdi. Bu sefer gerçekten kaçabilirdi.
Ama… birini yaşatmak, bazen ölmeyi göze almaktı.

O an yavaşça ellerini yukarı kaldırdı.
Ve ayağa kalktı.

Bir OMON subayı bağırdı:
“Остановитесь! Руки вверх! На колени!”
(Dur! Eller yukarı! Diz çök!)

Arin dizlerinin üstüne çöktü.
Omuzuna bastıran el, kurşundan daha ağırdı.
Peri kızı yukarıdan hâlâ onu izliyordu. Sessizce, başını eğdi. Ve karşısında duran OMON subayına kafa attı ve joplar, tüfek dipçikleri Arin’in üstüne nisan yağmurları gibi yağıyordu. Başını iki avucunun arasına saklamıştı, yerde karnına tekmeler eksik olmuyordu. Peri kızının çığlıkları Moskova’yı yerinden kaldırıyordu.

Cenaze haline getirdikten sonra ellerine plastik kelepçe, ayaklarına plastik kelepçe taktıktan sonra bir kum çuvalı gibi arabanın arkasına attılar. Peri kızını da aşağı indirip merkezlerine doğru yola çıktılar.


Roman - Bölüm 24: Zindanın Sessizliği


Gözümü açtığımda yaşça benden çok büyük olan 15-20 kişinin içindeydim ve vücudumda kırılmamış yer kalmamış gibiydi. Mahkumiyetim başlamıştı. Yeni mahkumsanız, adeta korku filmi gibi bir ortamla karşılaşırsınız. Bazı mahkumlar sırada düzgün durmadıkları için gardiyanlar tarafından jopla dövülüyor, hakarete maruz kalıyorlardı.

Kapıdaki gardiyan sizin soyadınızı yüksek sesle bağırıyor. O an hemen şeritten çıkıp nöbetçi gardiyana koşmanız, isminizi, soyadınızı, babanızın ismini, kaç sene hüküm giydiğinizi ve yargılandığınız suç maddesini yüksek sesle belirtmeniz gerekiyor. Travma yaşayan yeni mahkumlar, isimlerini ve ceza sürelerini bile unutabiliyorlar. O anda gardiyanlar onlara küfrediyor, alay ediyorlar.

Hayatın ilkleri her yerde zordur. İster iş hayatında, ister evlilikte, ister hapishanede... Hapishanede ilk günler korkunçtur. Önce sizi pis bir karantina hücresine alırlar ve dört hafta orada kalırsınız. Tuvalet için ya hasta bezi ya da bir şişe verilir. Sabahları saat 05.00’te kaldırılırsınız. Koridordaki sesler yüzünden uyumanız çok zordur. Zaman kavramını kaybedersiniz.

Kişisel eşyalarınız alınır, yerine hapishane giysileri verilir. Kuzey’deki hapishanede deri montumu ve deri ayakkabılarımı gören gardiyanların bakışlarından onları çok beğendiklerini anlamıştım. Hepsi düşük maaşlı insanlardı. Eğer gece giriş yaptıysanız, detaylı arama için sabaha kadar aç susuz bırakılırsınız. Çünkü gece vardiyasındaki gardiyanlar kendi işlerini sabaha bırakmak isterler.

Sabah sizi doktora götürürler. Öncesinde çırılçıplak soyulmanız istenir. Çökmeniz istenir ve altınıza ayna yerleştirilerek makatınıza bir şey saklayıp saklamadığınız kontrol edilir. Sonra size bir kâğıt verilir, müdürün karşısına çıkarılırsınız. Hemen ardından yastık kılıfı ve nevresim takımı almak için depoya gönderilirsiniz. Tertemiz nevresimler bekliyorsanız, yanılıyorsunuz. Gardiyanlar ellerindeki sopa ile size pislik yapmak için yırtık, kirli nevresim verirler.

Bir dizi imzadan sonra demir kapı yüzünüze kapanır ve dört haftalık karantina süresi başlar. Tek başınıza kaldığınız hücrede hatalarınızı, geçmişi, hapishanedeki geleceğinizi düşünürsünüz. Korku ve endişe ile baş başasınızdır. Ne vatandaşlığını taşıdığım ülkenin temsilcileri ne de yardım edecek herhangi bir makam vardı.

Peri kızı ne haldeydi, onu düşünüyordum. Bir ziyaretçim olduğunu söylediler. Zindanda beni ziyaret edecek biri olmasına şaşırmıştım. Görüşme odasına girdiğimde siyah, jilet gibi giyinmiş bir adam beni bekliyordu. Sanki kırk yıldır beni tanıyordu.

“Geçmiş olsun,” dedi.

Avukat olduğunu söylediler. Kutsal bir meslek. Kendi ülkemdeki gibi değil, burada mahkum ve avukat arasında kamera ya da polis olmadan baş başa görüşme mümkündü. Ama ben onu tanımıyordum.

Ve işte o an, Nazım Hikmet’in şu sözü kulağımda yankılandı:

“En güzel deniz: henüz gidilmemiş olandır...”

Ama ben çoktan en karanlık denizlere açılmıştım.


Roman - 25. Bölüm: Toprağın Altında Anlatılmayanlar


Cezaevinde geçirdiğim her gün, zamanın dışına itilmiş gibiydim. Ne bir ses, ne bir yüz, ne bir umut… Sadece paslı bir kapı, soğuk bir duvar ve hayatta kalmak için diz çökmeyenlerin sessizliği vardı.

Burada Rusya’nın karanlık tarihi, rutubetli taş duvarlara sinmişti. Gardiyanların gözlerinde devletin gölgesi vardı. Her bakış bir tehdit, her adım bir sorguydu. Burada yaşamak, sadece nefes almak değildi; burada yaşamak, her gün ölmeyi denemekti.

Mahkûmların çoğu Çeçenistan Savaşı’ndan sağ çıkabilmiş adamlardı. Ama asıl savaş, burada başlıyordu. Öyle şeyler anlatıyorlardı ki, geceleri uykumda ter içinde uyanıyordum. Biri, Grozni'de kesik başlarla dolu bir kamyonet gördüğünü anlatmıştı. Diğeri, Rus askerlerinin sırf intikam için bir köyü yakıp çocukları diri diri toprağa gömdüğünü. Anlatılanlar dehşet vericiydi, ama burada her şey normal karşılanıyordu.

Gece saat 03:00 civarında hücre kapım açıldı. Gardiyanlardan biri, göz göze bile gelmeden, "Giyin, geliyorsun," dedi. Sessizce kalktım, içime doğmuştu zaten. Bu gece sıradan bir sorgu gecesi olmayacaktı.

Beni alıp cezaevinin dışına, ormanın içindeki bir kulübeye götürdüler. İçeri girdik. Üç adam ve biri sivil kıyafetli, sorgu memuruna benziyordu. “Ya anlatırsın, ya da bu gece seni gömeriz,” dedi soğukkanlılıkla. “Bize Çeçen bağlantılarını, Rus içindeki derin yapılanmaları, her şeyi anlatacaksın.”

Sustum.

“Son şansın.”

Yine sustum.

Bana bir kürek verdiler.

"Mezarını kendin kaz," dedi biri.

Kazdım.

Sonra beni o çukura koydular. Üzerimi örttüler. Sadece nefes alabileceğim kadar bir boşluk bıraktılar. Gecenin ayazında, toprakla çevrili şekilde sabaha kadar bekledim. Nefesim daraldı, kalbim sustu. Ölümle tanıştım.

Sabah, toprak altından çıktım.

Beni orada görünce gözleri büyüdü. “Hâlâ hayattasın,” dedi sorgu memuru. “Demek ki hâlâ anlatmaya niyetin yok.”

Ama ben konuşmadım.

İki gün sonra beni mahkemeye çıkardılar.

Ve o gün, hiç beklemediğim biri geldi. Siyah bir takım elbise, yüzünde sert ama kibar bir ifade. Türkiye’den gelen bir avukattı.

"Ben senin savunmanı yapacağım," dedi. “Devletin seni burada yalnız bırakmadı.”

İçimde kıpırdayan ilk şey, güven değil… ama bir ihtimaldi.

Belki… buradan sağ çıkabilirdim.

Roman - Bölüm 26: Sessizliğin İçindeki Hakikat


Mahkeme salonunun loş ışıkları altında, Arin’in bakışları yerdeydi. Zincirli ayakları, salonun taş zemininde yankılanıyordu. Karşısında oturan Peri Kızı başını çeviriyor, göz göze gelmekten kaçınıyordu. Arin, bir kez daha ihaneti omuzlarında hissediyordu.

Hakim tokmağını masaya vurduğunda herkes sustu. Avukat, Arin’in savunmasını başlatmak için ayağa kalktı. Ancak Arin elini kaldırdı. Avukatına döndü ve sadece şu cümleyi kurdu:

“Bugün söylenecek söz çoksa da, susmak da bir savunmadır.”

Peri Kızı, ifadesinde her şeyi Arin’in üzerine atmıştı. Operasyonun lideri olduğunu, tüm bağlantıları onun kurduğunu iddia etmişti. Sadece kendisini temize çıkarmaya çalışıyor, Arin’in gözlerinin içine bile bakamıyordu.

Hakim, Arin’e yönelerek konuşmaya başladı:

“Sanık Arin, hakkınızda çok ağır suçlamalar var. İnsan kaçakçılığı, uluslararası silah ticareti, sahte kimlik kullanmak ve terör örgütlerine yardım. Kendinizi savunmak istiyor musunuz?”

Arin’in cevabı kısa ve netti:
“Adalet, bazen sustuğumuz yerden başlar.”

Avukatı hemen araya girdi, mahkemeye delilleri sunmaya başladı. Gözaltındaki kötü muameleleri, Arin’in yaşını, sahte kimlikle ülkeye giriş yapmasının nedenlerini... Ve Arin’in daha çocuk yaşta bu işlerin içine nasıl çekildiğini...

Peri Kızı ise kürsüde ağlıyordu. Ancak gözyaşlarının ardında ne samimiyet ne pişmanlık vardı. Arin ona sadece bir kez baktı. O bakışta hayal kırıklığı, öfke ve kabullenmişlik vardı.

Mahkeme sonunda Arin’i tekrar cezaevine gönderme kararı verdi. Karar açıklanırken Arin’in gözleri salonun duvarlarına takıldı. İçinden şu sözleri geçirdi:

“Bir insanı öldürmek için illa kurşun gerekmez. İhanet, daha sessizdir ama daha öldürücüdür.”

Salondan çıkarken kimse konuşmuyordu. Arin, başını dik tutarak yürüdü. Bu defa düşmemek için değil, gururunu korumak için…

Cezaevine dönüş yolunda camdan dışarı baktı. Bir süre sonra iç çekti ve sadece şunu söyledi:

“Ben doğruyu söylediğimde herkes yalan söylediğimi sandı. Şimdi sustum… Hakikat kendi yolunu bulsun.”

Ve minibüsün penceresinden Moskova’nın gri gökyüzüne baktı. Adalet yerini bulmamıştı belki ama Arin, artık kendi yolculuğuna daha net bir bakışla bakıyordu.

Roman - Bölüm 27: Sessiz Çığlıklar

Soğuk demirin tenine değdiği an, Arin’in içinden bir şeyler koptu. Gözlerini açtığında, hücrenin zifiri karanlığında yalnızdı. Rusya’nın en ağır cezaevlerinden birinde, adı dahi anılmayan bir koğuşta, geceyle gündüz karışıyordu artık. Burası, ölülerin bile unutulduğu yerdi. Gardiyanlar burada sadece demir kapılar gibi soğuktu; vicdan yoktu, merhamet yoktu.

Arin, bir süredir burada kalan mahkumlardan birinin dikkatini çekmişti. Sert bakışları, geçmişi unutmayan gözleri vardı Arin’in. O gece, koğuşun kapısı sessizce açıldı. İki mahkum, Arin’in üstüne yürüdü. Kaçacak yeri yoktu. Direnmek ne fayda... Karşısındakiler, zamanla insanlıktan çıkmış yaratıklardı.

İlk darbe kaburgasına indi, sonra böbreklerine. Karanlıkta yankılanan kemik sesleri, sanki mezar taşlarının çığlığıydı. Biri, belinden çıkardığı ince metal bir çubuğu çıkardı. Arin ne olduğunu anlayamadan sol böğründen içeri soktu. Acıdan bağıramadı bile. Sadece bir hırıltı çıktı ağzından. Kan yatağa aktı, kuruduğu yerde soğudu.

Saatler geçmişti. Arin yerde hareketsizdi. Kimse yardım etmiyordu. Burada hayatta kalmak, nefes almaktan daha zordu. Gözlerini araladığında tavandaki paslı demiri gördü. Sanki ölüme bakıyordu. O an aklına Kazakistan’daki kız geldi. Gözleri doldu. Ölmek istemiyordu. Hâlâ yaşaması gereken şeyler vardı.

Ertesi sabah bir gardiyan onu yerde buldu. Yüzüne tükürüp “Pislik,” dedi. Sonra diğer gardiyanları çağırdı. Arin sürüklendi, taş gibi bir sedyeye yatırıldı. Kan kaybı fazlaydı. Acil ameliyata alındı. Yaşaması mucizeydi.

Üç gün boyunca komadaydı. Uyandığında, yanında yaşlı bir adam vardı. Adını bile bilmediği bir mahkum. Fısıldadı: “Ben de evlat acısı çektim... Ama seninki gibi bir acıyı ilk defa görüyorum. Bir daha kimseye güvenme. Burada herkes bir satılmıştır.”

Arin gözlerini kapattı. Bu sözler, kulağında yankılandı. Ve o an karar verdi: Ya buradan diri çıkacak, ya da mezarını kendi kazacaktı. Çünkü hayatı boyunca kimseye diz çökmedi. Şimdi de diz çökmeyecekti.

Gardiyanlar arasında bir dedikodu yayılmaya başladı. Arin’in içinde hâlâ sönmemiş bir ateş vardı. Onu bıçaklayanlardan biri birkaç gün sonra boğazı kesilmiş halde bulundu. Hiç kimse bir şey görmemişti. Ama herkes kimin yaptığını biliyordu. Arin’in yüzünde o gün ilk defa bir tebessüm vardı. Çünkü bir mahkum için adalet, kanla sağlanırdı.

Bölüm biterken, Arin hücresinde eski bir kitabı okuyordu: Suç ve Ceza. Raskolnikov’un pişmanlığını değil, cesaretini seviyordu. “Yaşamak... bu bir direniştir,” diye mırıldandı. Ve sonra kalemi eline aldı. Demir parmaklıkların ardından hayata bir not düştü:

“Zulümle abat olanın sonu berbat olur.”

Roman - Bölüm 28: Mahkeme girişi

Mahkeme salonu, sabahın erken saatlerine rağmen tıklım tıklım doluydu. Dışarıda yoğun güvenlik önlemleri alınmış, salonun çevresi zırhlı araçlarla çevrilmişti. İçeriye giriş yalnızca özel izinle mümkündü. Basın mensupları cam bölmelerin arkasına yerleştirilmiş, izleyiciler için ayrılan bölümde diplomatik gözlemciler hazır bulunuyordu.

Demir kapı açıldığında, içeriye zincirli bir mahkum girdi. Adımlarını atan kişi Arin'di. Yüzünde kanı çekilmiş, ama gözlerinde sarsılmaz bir kararlılık vardı. Omuzları dimdikti. Üç aydır tek kişilik hücrede tutuluyordu, ama sanki yıllardır cezaevindeydi. Tüm vücudu dövülmenin, işkencenin izlerini taşıyordu.

Salonda bir uğultu oluştu. Avukatı ayağa kalktı, göz göze geldiler. Avukat başıyla hafifçe onayladı. Her şey bugündü. Her şey bu salonda bitecek ya da yeniden başlayacaktı.

Hakim üç kişiydi. Tam ortadaki, başkanlık görevini üstlenmişti. Arin’i incelediler. Dosya kalındı. Suçlamalar ağırdı. Suç örgütü kurmak, yasa dışı silah ticareti, cinayet ve devlet sırlarını ifşa etmek gibi bir dizi madde vardı iddianamede.

“Sanığın kimlik tespiti yapılsın,” dedi başkan yargıç.

Arin ayağa kalktı. Boğazını temizledi. Ve duruşma salonuna ismini söyledi:
“Adım Arin. Soyadım...”

Salonda bir sessizlik hâkimdi. Herkes nefesini tutmuştu. Arin devam etti:

“…ve ben bugün, sizin yargıladığınız kişi değilim. Ben burada, bana yapılanların tanığıyım.”

Bu sözler üzerine tutanak memurları kalemlerini oynatmaya başladı. Mahkeme salonundaki hava bir anda değişmişti.

Ve yargılama başlamak üzereydi...

Roman - Bölüm 29: Hesaplaşmanın Eşiğinde ve İtiraf

Savcı ona, “İnsan öldürmek senin için çocuk oyuncağı,” dediğinde, Arin mahkeme heyetine döndü.
“Bana katil diyorsunuz,” dedi ve gözleri dolmuş şekilde gülümsüyordu.
Aslında bazı insanlar gülerken daha çok ağlayabilir.

Yanında solunda duran jandarmanın elindeki silahı hayali olarak alıp sağındaki jandarmaya doğrultarak, “Sen öldün,” dedi.
Asker tecrübeliydi ve durumu anladı.
Sonra hakime döndü, “Sen öldün,” dedi.
Hakim bembeyaz kesildi.

Hakimin sağında oturana döndü, “Sen öldün,” dedi.
Solundakine baktı, “Sen öldün,” dedi.
Tercümana dönerek, “Sen de öldün,” dedi.

“Bana katil diyorsunuz ya… İnsanlar doğarken katil değildir. Yaşananlar ve yaşatılanlar insanları belli bir yere getiriyor.
İnsan öldürmekten zevk aldığımı söyledim. Eğer her zevk aldığım şeyi yapacak olsaydım, şu anda hepinizi öldürüp bu salondan elimi kolumu sallayarak çıkardım.”

“Elinizde bulunan pasaport bana ait değildir. Benim gerçek adım Arin ve 17 yaşındayım.
Suçlu olsam bile bu koşullarda cezaevinde tutulamazdım.
Üzerimde çıkan eşyalar arasında bulunan kitabın içinde benim gerçek pasaportum yer alıyor.”

Hakim 10 dakika ara verdi.
Gerçek ortaya çıktıktan sonra mahkeme heyeti ne yapacağını bilemedi.

Arin devam etti:
“İçeride bana çok iyi davrandılar (!) Vücuduma bakılırsa, gardiyanlarınız çok özel ilgi gösterdiler.”
Tişörtünü kaldırdı. Vücudu morluk ve izlerle doluydu.

Yargıç bir şeyler söylemek istedi, Arin onu durdurdu:
“Merak etmeyin Sayın Yargıç, karşınızda sizin çocuğunuz yok. O yüzden vücudumdaki izler size acı vermemeli.
Siz duygularınızla değil, kanunlarla hüküm vermek zorundasınız.
Devlet adil olduğu sürece güçlüdür. Kanun adamı, kanunla kaldığı sürece saygı görür.”

“Bugün karşınızda yaşıyor olmam bile bir mucizedir.
Ülkenizde olan bitenleri sadece üst makamlar değil, ayak işlerini yapanlar da bilir.
Devletler masum değildir Sayın Yargıç. Ben de masum değilim.
Ama elinizdeki pasaport bana ait değildir.”

Avukatı bile şok olmuştu.

“Gardiyan X’in buraya getirilmesini talep ediyorum,” dedi.

Mahkeme heyeti ara verdi. Sonrasında Arin tekrar salona çağrıldı.

Hakim, “Buyur otur, lütfen,” dedi.
“Oturmayacağım,” dedi Arin. “Yaşananları değiştiremezsiniz.
Ben sizin hayatınızda nadiren karşılaşacağınız türden biriyim.
Zekiyim, farkındayım ve hâlâ ayaktayım.
Sizden tek beklentim, adalet.”

Hakim, “Sana özür, tazminat ve vatandaşlık teklif edebiliriz,” dedi.
Arin döndü:
“Cezaevinde yaşananlar sizin çocuğunuza yapılsaydı ne yapardınız?”

Tercüman sözleri çevirdiğinde herkes sustu.

Gardiyan içeri girdi. Arin sordu:
“O gün beni mezara gömerken neden o poşeti verdin?”

Gardiyan:
“Çünkü sende bir farklılık vardı. Cezaevindeki davranışların, aç kalanlara yardım etmen, insani yönün…
Ve sana yapılanların doğru olmadığını düşündüm. Yaşamanı istedim.
O gece dua ettim, ölmemeni istedim. Elimden bu kadarı geldi.”

Gardiyan elini uzattı. Arin gözlerinin içine baktı…


Roman - Bölüm 30: Yolun Sonu

Havalimanı terminali, sabahın ilk saatleriyle birlikte yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Arin, sırt çantasını dizlerinin arasına almış, köşede tek başına bekliyordu. Üzerindeki kıyafetler sade ama derli topluydu. Ne bir kelepçe izi ne de bir gözaltı lekesi kalmıştı artık. Yıllar süren mücadele, kaçış, teslimiyet ve yeniden doğuşun ardından şimdi yalnızca bir yolcu gibi görünüyordu.

Gökyüzü griydi. Moskova hâlâ soğuk, hâlâ mesafeli…

Cebinden küçük, kırmızı kaplı bir defter çıkardı. Sayfaları çevirdi. Uçuşuna daha vardı. Ve yazmak istiyordu… Son bir kez. Kalbinin derinliklerinden gelen, boğazına düğümlenen o kelimeleri…

“Gidenlerin Ardında”

Gözlerimde Venera’nın uzak tebessümü,
Bir rüzgar gibi geçti Kazak bozkırlarından.
Çocuklarım… iki nar gibi açtı dünyaya,
Beni bilmeden, beni özlemeden…
Babasız büyürken bir çift göz,
Ben hâlâ başka yangınların içindeydim.

Peri Kızı…
Sen ki geceleri en derin uykularımdan çaldın,
Ve gündüzleri giyotin gibi boynumda bekledin.
Gözlerinde hem ölüm, hem hayat vardı
Ben seni sevdim,
Bir mahkum gibi değil…
Suç ortağı gibi,
Kaçak bir cümle gibi…

Silahların uğultusu kulaklarımda hâlâ,
Ne zaman uyusam patlama sesleriyle uyanıyorum.
Her infazda bir parçam gömüldü toprağa
Adımı bile unuttum bazen,
Bir pasaportta kimlik,
Bir mezarda sır oldum.

Ben bir adamım…
Ne kahraman, ne hain…
Sadece suskun kalmış bir şiirim,
Okunmadan yırtılmış…

Şimdi uçağı bekliyorum,
Ne ülkeme dönebiliyorum tam,
Ne kendimden kaçabiliyorum.
Arkamda üç kadın kaldı;
Biri düşman etti beni kendine,
Biri çocuklar doğurdu adımı bilmeden,
Biri gözyaşlarımı sessizce izledi…
Hepsi kadın,
Hepsi yara,
Hepsi ben...

Defteri kapattı. Ayağa kalktı.

Son bir an durup, Moskova’nın gri gökyüzüne baktı. Ne bir gözyaşı döktü ne de arkasına baktı. Sessizce yürüdü. Pasaport kontrolünden geçti, uçağa doğru adımlarını attı.

Bir hayat bitti.
Yeni bir hayat mı başlıyordu, yoksa yalnızca yorgun bir kaçış mıydı bu…
Hiçbir zaman emin olamayacaktı.

Ama hikâyesi, burada tamamlandı.

Roman - Bölüm 31: Dönüş: Bir Yolculuğun Hesabı.

Uçağın motor sesi kulakları uğuldatırken, kabin memuru pasaportu nazikçe aldı ve başıyla onaylayarak ön tarafa doğru yürüdü. Arin, cam kenarındaki koltuğuna oturduğunda yorgun ama gururluydu. Ne yaşadığını, ne atlattığını bilmiyordu belki ama tek bildiği, artık geri dönüş yolculuğunda olduğuydu.

Uçak piste ilerledi. Kalkış izni verildi. Tekerleklerin yerden kesildiği o anda, içinde bir şeyler koptu. Gözleri doldu ama bir damla yaş bile süzülmedi yanaklarından. O an her şey geride kalmıştı. Ya da öyle sanıyordu.

Yaklaşık üç saat süren uçuş boyunca, kabin içi sessizdi. Zaman durmuştu sanki. Pilot, İstanbul Havalimanı'na iniş yapacaklarını anons ettiğinde, Arin’in kalp atışları hızlandı. Asıl sınav şimdi başlıyordu.

Uçak tekerlekleri piste değdiğinde kabin memuru Arin’in koltuğuna yaklaştı. “Lütfen bizimle gelin,” dedi. Arin başını salladı ve ayağa kalktı. Pasaport, memurun elindeydi.

İnişten sonra terminale yönlendirildiklerinde, Arin özel bir güvenlik görevlisinin eşliğinde ayrı bir alana alındı. İçeride iki sivil polis onu bekliyordu. Birisi dosyaya göz atarken diğeri doğrudan sordu:

“Sen nereye gittin evladım? Ailenden kimsenin haberi yok. Sen İstanbul'da kayıtlı görünüyorsun ama Bursa’da yaşadığın bilgisi elimizde.”

Arin sessizdi. Sadece gözleri konuşuyordu.

Polis devam etti: “Ülkeye girişin farklı ama çıkışın kayıtsız. Yanında sahte pasaport vardı. Şimdi her şeyi düzgünce anlatmanı istiyoruz.”

Arin boğazını temizledi. “Anlatacağım,” dedi. “Ama önce bir bardak su rica edeceğim...”

O an herkes farkındaydı; bu genç çocuk, sıradan bir yolcudan fazlasıydı.

Roman - Bölüm 32: Sınırdan Geçiş


Memur sorgulamaya başlamak için kimlik tespiti yapmam gerekiyor dedi ve resmi kayıtlara göre Arin zaten resmi kayıtlara göre ülkedeydim, turist olarak dışarıya çıkan amcamın oğluydu. Memur bir türlü olayı idrak edemiyordu. Sorgulamanın sonucunda karşısında oturan genç çocuk Arin'di. Onun hakkında da herhangi bir arama kararı veya herhangi bir suç dosyası bulunmuyordu. Fakat 17 yaşında olan bir çocuğun yurtdışına tek başına gitmesine de olanak yoktu. Memur anlam veremiyordu ve yanındaki memurla göz göze geldiler.

Memur bir sorun olduğunu farkındaydı fakat sorunun ne olduğunu bir türlü çözemiyordu. Tecrübeli memur pasaportu eline alıp kontrol ettikten sonra, “Normal şartlarda senin hakkında işlem yapmamız gerekiyor izinsiz yurt dışına çıktığından dolayı. Ailenin senden haberi var mı? Ve ailenin bundan haberi yoksa senin başını ciddi şekilde belaya gireceği anlamına geliyor çocuğum,” dedi. Bunun üzerine Arin, “Bak bakalım bana, sizce ben öyle cezadan korkacak birisine benziyor muyum?” dedi.

Memur biraz daha bu şekilde ukala ukala konuşmaya devam edersen kimlik tespiti yapılana kadar nezarethanede kalırsın,” dedi. Bunun üzerine Arin, “Benim için daha iyi olur, en azından bu gece dinlenirim,” dedi. Memur sinirli bir şekilde “Allah’ım yarabbim...” diye kendi kendine bir şeyler söyledikten sonra amirin yanına gitti. Amirle beraber geri geldiler.

Amir, “Delikanlı şu işi açık bir şekilde anlat ve birbirimize yardımcı olalım. Yorgun gözüküyorsun ve işlem bitsin bir an önce evine git,” dedi. O an amirden gördüğüm yakınlık ve anlayış, tecrübe bana yardımcı olmaktan başka bir seçenek sunmuyordu ve ben yardımcı olacaktım kendisine.

Amirin odasına doğru yöneldik. Amir koltuğuna geçtikten sonra “Otur bakalım delikanlı,” dedi ve eline bir kalem kâğıt aldı. Amcamın oğlu pasaportu önünde duruyordu ve ben kendisine kısa ve öz bir şekilde, “Bu pasaport amcamın oğludur ve önündeki fotoğraf benimdir. Bunu düzenleyip Rusya’ya gezmeye gittim. Fark edince de beni sınır dışı ettiler,” dedim.

Amir, yanındaki memura “Aynı bu şekilde tutanak tutup kendisine imzalattırıp gönderin,” dedi. Tam çıkıyordum, “Sen bekle,” dedi. “Bütün hikaye bu kadar olmadığının farkındayım fakat şu anda seninle uğraşacak ve bunu büyütecek zamanım yok. Suça bulaşma,” diye bir öğütlü söz söyledi. Tutanağının imzaladıktan sonra artık ülkeye giriş yapmıştım.



Bölüm 33 – Geri Dönüşün Sessizliği


Havalimanından dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz bir paket kısa Parliament aldı. Şaşkın gözlerle etrafa bakıyordu. Ülkesinden ayrılırken havalimanında bayağı bir değişiklik yapılmıştı. Otobüs terminaline doğru yürüdü. Bursa’ya gitmek için 18 TL’ye bilet aldı. Otobüsü yanaşınca, “Ne zaman kalkacak?” diye sordu. “10 dakika sonra kalkar kardeşim,” diye karşılık verdi muavin. Tekrar bir sigara yakıp şaşkın gözlerle hala etrafa bakıyordu.

Hareket zamanı gelmişti. Artık otobüs kalkacaktı. Biletine baktı, koltuk numarası 25’ti. Koltuğuna oturduktan sonra yanına bir tane adam oturdu. Adam sohbet etmek istiyordu, Arin sohbet etmek istemiyordu, sadece etrafta olan bitene bakıyordu.

Dört saat sonra otobüs Bursa terminaline girdi. Terminalden kimseye görünmemek, dikkat çekmemek adına elinden geleni yapıyordu. Sanki bütün şehir ona bakıyor muş gibi hissediyordu. Oysa kimse ona bakmıyordu, kimse onu tanımıyordu. O kendi kendine anlam yüklüyordu, herkesi bakışları üstünde zannediyordu.

Taksiye bindi. Taksici “Nereye gideceksin?” diye sordu. “Kiralık araba bulacağın bir yer,” diye yanıt verdi. Taksici “Çarşamba” diye bir mahalleden söz etti. “O zaman beni oraya götür,” dedi. Sohbet sohbeti açınca, taksici de doğu tarafından geldiğinden dolayı sohbetleri güzel gidiyordu.

Çarşamba’da şu kişi var, ondan kiralayabilirsin diye tavsiyede bulundu. Çarşamba’ya geldiklerinde 4,30 TL tuttu taksimetre. 10 TL taksiye ödedi. Taksici aldığı bahşişten dolayı teşekkür edip devam etti.

İşler adında Rent A Car’a gitti. “Bana bir tane araba lazım,” dedi. “Tabi kardeşim, yardımcı olurum,” dedi. “Ben Bülent,” dedi. “Bana kısa süreliğine bir tane araba lazım,” dedi. “Volkswagen Passat markalı, otomatik şanzıman bir arabam var,” dedi. “Olur,” dedi. Kimliğini uzattı. “Ehliyetim yanımda değil,” diye söyledi. Rent A Car’cı, “Ehliyet olması gerekiyor,” diye söyleyince, “Elbette, ben gideyim alayım geleyim,” dedi. “Ama ben gidip gelene kadar bayağı bir zaman olacak,” dedi. Rent A Car sahibi, o da doğulu olduğundan dolayı üstelenenmedi ve arabanın kontratını imzaladıktan sonra ödemeyi yapıp arabayı alıp oradan ayrıldı.

Bursa’nın beş yıldızlı bir oteline gitmeye karar verdi. Bugün onun günüydü. Ülkesine gelmişti ve Orta Doğu’nun hamam kültürü meşhur olduğundan dolayı öyle bir otel tercih etmeliydi. Dağın eteğinde, Uludağ’ın eteğinde bir otele geçti.

“İyi günler, kolay gelsin,” dedi ve içeri girdi.
“Hoşgeldiniz efendim,” diye karşılık verdi resepsiyondaki güzel kız.
“Bana bir oda lazım,” dedi.
“Ne kadar kalacaksınız beyefendi?” dedi.
“Belli değil,” dedi. “Belki bir gece, belki on gün. Belli değil.”
“Peki,” dedi. Kimliğini istedi ve kimliğini uzattıktan sonra kız, “Evet odamız var,” dedi. “Şehir manzaralı, geniş ve büyük.”
“Spa sabah saat 7:00 ile akşam 10:00 arasında hizmet veriyor,” dedi. “Masaj mevcut, Osmanlı usulü hamamımız var,” dedi.
“Teşekkür ederim,” dedi. “Saat 7:00 ile 10:00 arası kahvaltı var,” dedi. “Oda servisimiz mevcut.”

Otel ödemesini 120 TL olarak yaptı ve kartını alıp asansöre binip ikinci kata çıktı. Oda gerçekten de dediği gibiydi. Namazlık, kıbleyi gösteren ok işaretleri, banyo gayet temizdi. Oda da genişti. Kül tablası da bulunuyordu. Balkonda da bir masa ve iki sandalye mevcuttu. Balkon, Bursa’nın Kültür Parkı’na bakıyordu. Yemyeşil bir park, şehir komple görünüyordu. Binanın en yüksek katıydı.

Kültür Park’ın içinde çocuklar aileleriyle eğleniyordu. Daha önce çocukluğunu yaşamayan Arin, hem içecekti hem de nefretle bakıyordu. Kendine aşağıdan bir çay söyledi. Çay geldikten sonra oda numarasını yazıp kağıdı imzalattıktan sonra bahşiş vermeyi ihmal etmedi.

Çayı getiren personel, “Odanızda kettle mevcuttur, isterseniz çayınızı buradan içebilirsiniz,” diye de samimiyetle bir tavsiyede bulundu.

Roman - Bölüm 34: Tanıyan Gözler


Arin için günler artık sabırla örülmüş sessiz bekleyişlere dönüşmüştü. Ailesini uzaktan izliyor, her adımlarını not alıyordu. Yıllar önce yok sayılan bir çocuğun gözleriyle, bugünün ihtişamlı tablolarına bakıyordu. Gönderdiği paralarla zenginleşen ailesi, artık şehirde tanınan, maddi gücün etkisiyle şımarmış, gösterişli bir yaşantıya geçmişti. Lüks araçlar, markalı kıyafetler, pahalı restoranlarda akşam yemekleri…

Bir sabah Arin, ailesinin sık sık iş yaptığı ticari bir alana gitti. Lüks ofis binasının girişinde amcasını gördü. Yanında birkaç kişiyle yürüyordu. Arin binaya çok yakın bir mesafeden onları izledi. Kimse onu tanımıyordu, kimse şüphelenmiyordu. Sakalını uzatmış, uzun saçları omuzlarına kadar inmişti. Sarışın ve mavi gözlü bir yabancı gibiydi artık. Sıradan ama dikkatli biri…

Birkaç gün boyunca bu sessiz takip devam etti. Her bir kardeşini, amcasını, hatta kuzenlerini izledi. Onların gösterişli yaşantılarını bir bir not etti. Göndermiş olduğu paralar sayesinde zengin olmuşlardı, ama şimdi o yokken hiçbirinin aklına gelmiyordu. Bir pazar günüydü… Bursa’nın bilindik bir kebap salonuna giren Arin, yemek yiyen kalabalığı süzdü. Gözleri ailesini aradı. Ve oradaydılar…

Bir masa etrafında toplanmışlardı. Babası masanın başında oturuyordu. Yanında , ortanca kardeşi, küçük kardeşi ve amcaları… Konuşmalar gürültülüydü. Gülüyor, yüksek sesle konuşuyor, garsonlara buyurgan tavırlar sergiliyorlardı. Arin’in gözleri bu kalabalığın içinde dolaşırken bir an nefesi kesildi. Masanın ucunda oturan annesiydi…

Elleriyle ekmek koparıyordu. Sade giyimli, sessiz, alçak gönüllüydü. Yüzü yılların yükünü taşıyordu. Ama o yüz… O gözler…

Bir anda kafasını kaldırdı ve göz göze geldiler. Arin, olduğu yerde dondu. Anne ve oğul… Yıllar sonra karşılaşmışlardı. O anlık bakış… Kalabalık susmuştu. Herkes garip bir şekilde kadının donakaldığını fark etti. Kadın yavaşça ayağa kalktı.

“Arin…” dedi, dudaklarından dökülen tek bir kelimeyle. Herkes ona baktı. Oğlunu tanımıştı.

Ve


Roman - Bölüm 35: Ana Yüreği

Arin, annesinin gözlerinden tanındıktan sonra salon bir anlığına dondu. Kalabalık susmuş, bütün gözler anne ile oğul arasındaki o derin bağa kilitlenmişti. Annesi yerinden yavaşça kalktı. Yüzü titriyordu. Gözyaşları birikmiş, elleri boşlukta onu arıyordu. Arin, olduğu yerde taş kesilmişti. Ayakları ilerlemiyor, sesi boğazında düğümleniyordu.

Kadın, iki adım attı. Sonra bir tokat savurdu. Kalabalık irkildi. Tokat, yılların acısını, hasretini, korkusunu ve sitemini taşıyordu. Ardından kadının elleri titreyerek oğlunun yüzünü tuttu. “Bana bunu nasıl yaşatırsın?” dedi hıçkırıklarla. Arin’in gözleri doldu, annesine sarıldı. Sıkı sıkı. Öyle bir sarılıştı ki, sanki kaybolan yılların özrünü, gecikmiş sevgiyi aynı anda taşıyordu içinde.

Babası ise uzak köşeden sessizce izliyordu. Oğlunun geldiğini anlamış ama ayağa kalkacak mecali kendinde bulamamıştı. Arin annesinin kollarından sıyrılıp yavaşça babasının yanına yürüdü. Eğildi, elini öptü. “Hakkını helal et baba,” dedi. Adamın gözleri yaşla doldu. Sadece başını salladı, sesi çıkmadı. Sanki yıllar önce kopmuş bir film şeridi tekrar sarılmıştı ama sesleri kayıptı.

Kardeşleri tek tek karşısına geldi. En küçükleri Zamir’in gözleri donuktu, onu tanımakta zorlanıyordu. Nolan biraz çekingen ama hayranlıkla yaklaştı. Rivan ise omzuna dokundu sadece. “Hoş geldin,” dedi kısık bir sesle. Hepsiyle tek tek sarıldı.

Amcalar, kuzenler… Kalabalık olan masadan birkaç kişi başını çeviriyor, bazıları ise Arin’e soğuk bakıyordu. Servetin, paylaşılmamış geçmişin ve kırılmış güvenin bir yansımasıydı bu. Arin hiçbirini umursamadı. Zaten bu sofraya ait olmadığını hissediyordu. Ama yine de selam verdi, amcalarının elini öptü. İçten olmayan tokalaşmalar yapıldı.

Bir amca yanındakine eğilip, “Zekiye bak, geldi yine...” dedi kısık sesle. Arin duydu ama tepki vermedi. Zekâsını zaten önceden ortaya koymuştu. Onlar hâlâ gücün paradan geçtiğini sanıyorlardı.

Annesi onun yanına gelip kulağına fısıldadı: “Her şey değişti, oğlum. Ama ben seni hiç unutmadım.”

Arin başını eğdi. “Biliyorum. Ve döndüm... Sadece bu kadar.”

Bir sandalyeye oturmadı. Ayağa kalktı, kısa bir süre yüzlere baktı. Yabancı gibiydi artık. O sofraya ait değildi. Ama annesinin yanında bir çocuktu hâlâ.

Sonra sessizce arkasını döndü, oradan uzaklaştı. Yüreğinde tamir edilmemiş yaralar, gözlerinde annesinin sıcaklığıyla...

Roman - Bölüm 36: Zirveden Bakan Gözler


Uludağ’ın zirvesinde, sabahın ilk ışıkları şehre düşerken Arin arabasından indi. Dağ yolunun serinliği, yüzüne hafif bir meltem gibi çarpıyordu. Bursa, sisin altında bir tablo gibi uzanıyordu. Onca yıl, onca acı, savaş, ihanet ve özlem… Hepsi şimdi bu manzaranın ardında kalmış gibiydi. Derin bir nefes aldı. Bu ülkeye döneli yalnızca birkaç gün olmuştu ama sanki yıllar geçmiş gibiydi.

Zirvede geçirdiği bir saatten sonra Arin, oteline dönüp kahvaltısını yaptı. Üzerine koyu renkli bir takım elbise giydi. Saçlarını arkaya taradı, gözlüklerini taktı. O artık hayatta kalmanın ne demek olduğunu bilen gözleriyle konuşan biriydi Girişimciydi, iş insanıydı. Ama en çok da adaletin savunucusuydu.

Şirket binasına girdiğinde danışmadaki görevli onu süzdü. “Beyefendi, randevunuz var mı?”

Arin kibarca gülümsedi. “Benimle saat 13:00'te toplantısı olan patrona haber verin, geldiğini bilsin,” dedi. Görevli şaşkınlıkla telefonu eline aldı ve birkaç saniye sonra, “Buyurun, sizi bekliyorlar,” diyerek kapıyı açtı.

Toplantı salonunda, uzun bir masa etrafında toplanmış yöneticiler oturuyordu. Amcaları da oradaydı. Göz göze geldiler. Arin dimdik yürüdü, başkan koltuğuna oturdu. Herkes sessizleşti.

“Bugün buraya geçmişi konuşmak için gelmedim. Bugün geleceği şekillendirmek için buradayım,” dedi.

Projeksiyonda yeni vizyon, yeni kurallar belirdi. Her madde adaletin üzerine kuruluydu: çalışanların maaşlarında artış, şeffaflık, hesap verebilirlik, şirket kaynaklarının sosyal sorumluluk projelerinde kullanılması…

Amcalardan biri sinirle söze girdi: “Bu şirketi sosyal yardım vakfına mı çevireceksin?”


Arin, gözlüğünü usulca masaya bıraktı. Salonda derin bir sessizlik hâkimdi. Herkes onun gözlerinin içine bakıyordu.

“Bu paraların nasıl kazanıldığını biliyor musun?” dedi sakin ama sert bir ses tonuyla. “Bu para dediğin şeyin arkasında kaç ceset var haberin var mı? Kaç insanın hayatı karardı, kaç çocuk yetim kaldı, kaç anne evlatsız... Sen burada o deri koltuklarda oturup kahveni yudumlarken, ben buz gibi mezarlarda sabahladım, kurşunların içinden geçtim. Bu paralar helal lokma değil… Ama bu, böyle devam edecek anlamına gelmiyor. Şimdi bu şirkette yeni bir sayfa açılıyor. Artık adaletin olduğu bir düzen kurulacak.”


Salonda bir uğultu koptu. Ancak Arin’in sesi her şeyi bastırdı: “Bugüne kadar kazandığınız her şeyde benim emeğim, alın terim, acım var. Ama artık bu çarkın adaletle dönmesini istiyorum. Bu bir tehdit değil; bu, adil bir uyarıdır.”

Toplantı sonunda herkes ayakta alkışlamadı ama birçok yönetici Arin’in söylediklerinin ağırlığını taşıdı. O gün, şirket içinde yeni bir dönem başlamıştı.

Arin dışarı çıktığında basın mensupları onu bekliyordu. Sadece bir cümle söyledi: “Adaletli kazanç, sürdürülebilir gücün temelidir.”

Ve o cümle, ertesi gün ülkenin dört bir yanında manşet olmuştu.

Köşelere çekilmiş amcalar, artık onun eski Arin olmadığını anlamıştı. Gücünü yalnızca paradan değil, yaşadıklarından alan bir adam vardı karşılarında. Şimdi sadece izliyorlardı... Ama Arin izlemiyordu.

O, hareket ediyordu.

Roman - Bölüm 37: Geceye Karışan Adam

Cumartesi akşamıydı. Arin, toplantıdan sonra oteline dönmüş, uzun ve düşünceli bir duş almıştı. Aynadaki yansımasına baktı uzun uzun. Artık sıradan biri olmadığını yüzündeki sertlikten bile anlayabiliyordun. Kaldığı otelin penceresinden Bursa’nın şehir ışıklarını izlerken içinden geçen tek bir cümle vardı: “Bu gece sadece izlemeyeceğim, dokunacağım.”

Kiralık arabası otelin otoparkındaydı ama içinden gelen, artık kendi aracını alma zamanıydı. Otelden çıkıp doğruca Mudanya taraflarına yöneldi. Yolda radyoda hafif bir Fransız müziği çalıyordu. Kulağı duysa da, aklı çok daha başka yerlerdeydi.

İlk uğradığı yer, şehirde adı sıkça duyulan bir gece kulübüydü. Girişte kimse onu tanımıyordu, oysa içeriye adım attığında hemen dikkat çekti. Uzun saçları, mavi gözleri, dikkat çekici duruşuyla tüm gözler ona çevrilmişti.

Sahneye çıkan kadınlar arasında farklı ülkelerden gelenler vardı. Moldova’dan, Bulgaristan’dan, Ukrayna’dan… Göçmenlik, yoksulluk ve mecburiyetin üzerine oturmuş güzelliklerdi çoğu. Arin izlerken, sadece kadınların vücutlarına değil, gözlerine bakıyordu. Her birinde koca bir hikâye vardı. Kimisi kaçmıştı, kimisi satılmıştı, kimisi kandırılmıştı. Ama hepsi, “hayatta kalma” derdindeydi.

Arin’in masasına bir kadın gönderildi. Kadın “İngilizce mi, Türkçe mi?” diye sordu. “Sessizlik,” dedi Arin. Kadın anlam veremedi. “Sadece otur,” dedi Arin. Kadın oturdu. Ne içmek istediğini sordular, “Ne varsa getirin,” dedi. Masaya renkli içkiler geldi, gecenin sesleri yükseldi.

Ama Arin’in içindeki boşluk daha da büyüyordu. İkinci geceyi İstanbul’da geçirmeye karar verdi. Sabah olmadan yola çıktı. Otobanda geceyi yarmış gibi süzülüyordu. İstanbul’un ışıkları uzaktan görünmeye başladığında, aklındaki tek şey sessizlikti.

Gece kulüplerinin en gösterişli olduğu bir semtte durdu. İçeriye girdiğinde yine aynı ilgiyi gördü. Ama bu kez her şey daha mekanik, daha plastik geliyordu. Yanına oturan kadının adını bile sormadı. Kadın, “Dans ister misin?” dediğinde, “Hayır,” dedi sadece. Gözlerini sahneden ayırmadan oturdu. İçti. Sessizce izledi. Ve kalktı.

Sokaklar soğuktu ama Arin’in içi yanıyordu. Arabasına binip sabaha karşı İstanbul’un sahiline indi. Elinde bir sigara, ayaklarını suya uzattı. İçinden geçen tek şey şuydu: “Bu kadar acının içinde eğlenmek neye yarar?”

Arin o gece yalnızdı. Kadınlar vardı, müzik vardı, alkol vardı. Ama gerçek yoktu.

Roman - Bölüm 38: Gece ve Çarpışma

Gece, İstanbul’un neonlarla süslenmiş en gösterişli sokaklarında yankılanıyordu. Arin, bir pavyonun içindeydi. Müzik yüksekti, kahkahalar havada asılı kalmış gibiydi. Kadınlar etrafındaydı, içkiler masada diziliydi. Ama içindeki boşluk her şeyden büyüktü.

Gözleri kalabalığın içinde donuk bir noktaya sabitlendi. Yanına yaklaşan kadınların dokunuşları bile ruhuna erişemiyordu. Zihninde uzaklarda bir yerde, Kazakistan’da bıraktığı o kız vardı. Venera... Bir gülümsemesiyle bütün bu ışıltılı yalnızlıkları silebilecek tek kişiydi.

Kadehini eline aldı. Dudaklarına götürmeden önce içinden gelen dizeleri fısıldar gibi mırıldandı:

Gece ışıkla dolar, ama ben karanlıktayım,
Kadınlar gülüyor, ama ben ağlamaktayım.
Bir şehri ardımda bıraktım, sana geldim Venera,
Gözlerinle aydınlandı her karanlık arena.

Şimdi kadehler boş, müzik sahte,
Kalbimde tek gerçek, Kazak steplerinde saklı bir sevda belki de.
Adını fısıldasam rüzgâra, geri getirir mi beni sana?
Yoksa her yolun sonunda bir başka yalnızlık mı var bana?

Şiir bittikten sonra kadehi masaya koydu. Kadınlar vardı, müzik vardı, alkol vardı… ama gerçek yoktu.

Ayağa kalktı. Gecenin kör karanlığında, boğazın serin esintisiyle İstanbul’dan ayrıldı. Aracına atlayıp Bursa’ya, geçmişine doğru yola çıktı.

Yol boyunca hiçbir şey düşünmedi. Aklında yalnızca Venera’nın sesi yankılanıyordu. Hırsla, hızla ilerliyordu. Ta ki Orhangazi yoluna kadar…

Virajda bir anlık dikkatsizlik, bir çarpışma sesi… Metalin metale çığlığı, camın çatlayışı… Her şey saniyeler içinde oldu.

Arin’in dünyası bir kez daha karardı.

Roman - Bölüm 39: Yağmur Altında Yalnızlık

Arin, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Gözleri bulanıktı, kulaklarında sadece rüzgârın ve uzaktan gelen bir sirenin uğultusu yankılanıyordu. Şoktaydı…

Tek bildiği şey; bir trafik kazası geçirmişti… ve hâlâ yaşıyordu.

Arabanın içindeydi. Sol kolu tamamen hissizleşmişti. Parmaklarına komut gönderiyor ama hiçbir tepki alamıyordu. Sanki bedeninin o kısmı ona ait değildi. Sağ eliyle kapıyı açmak istedi, ama kapı kazanın etkisiyle sıkışmıştı. Zorladı… ama gücü yetmiyordu.

Camı denedi. Neyse ki biraz aralanmıştı. Eliyle camı aşağı itip kendini dışarı attı. Yere düşerken acıyı tüm hücrelerinde hissetti. Nefesi kesildi, ama kalkması gerekiyordu. İçinde bir yer, “Hayatta kalmalısın,” diye bağırıyordu.

Yerde kıpırdayamadan yattı. Gökyüzü ona ağlıyordu sanki. Yağmur hafif hafif yağmaya başlamıştı. O serinlik, onu kendine getirdi. Arabaya dönmesi gerekiyordu. Telefonunu bulup yardım çağırmalıydı. Ama vücudu artık ona itaat etmiyordu.

Sürünerek arabaya yaklaşmaya çalıştı. Telefon neredeydi? Cam kırıkları, kan, toz… Her yer paramparçaydı. Öfkeyle elini kornaya koydu ve bastı.

Baaa!

Korona sesi sessizliğe çığlık gibi düştü.

Yoldan geçen bir araç bu sesi duydu. Durdular. Bir adam koşarak yanına geldi.

“İyi misiniz?” diye sordu telaşla.

Arin, bilinci yarı açık şekilde cevap verdi:

“Ben iyi bir insanım… Ama şartlar benim için hiç normal olmadı.”

Adam onun olayın şokuyla konuştuğunu düşünse de hemen ambulansı aradı. Kendi montunu çıkarıp Arin’in başının altına koydu.

“Kıpırdama. Ambulans yolda.”

“Kolum… hareket etmiyor,” dedi Arin. Adam, dikkatlice baktı.

“Kırılmış olabilir. Önemli değil, ambulans gelir şimdi.”

Yirmi dakika sonra ambulans geldi. Bursa’nın Orhangazi ilçesindeki devlet hastanesine götürdüler. Doktorlar, sol kolunun kırık olduğunu ve başına aldığı darbenin ciddi ama hayati tehlike yaratmadığını söylediler.

Ambulansı çağıran adam da ifadeye çağrıldı. Polisler birkaç not aldı. Fakat Arin’in ehliyeti yoktu… ve bundan çok korkuyordu. Bir yandan suçluluk hissediyor, diğer yandan neyin ne olacağını kestiremiyordu.

Fakat ilginç olan şu ki… polisler ehliyet sormadı.

Çünkü Arin’i bulan adam bir askerî subaydı.

Bu, her şeyi değiştirmişti.

Arin bu ayrıntının farkında bile değildi. Ama kader onu bir kez daha korumuştu. Subay, onunla sohbet etmek için hastane odasına geldi. Aralarında bir bağ kuruldu. Sözsüz bir dostluk başlamıştı.

Ve Arin, o gece uyuyamadan hastane penceresinden dışarıya bakarak düşündü:

Kazalar bazen hayatı bitirmez… bazen ikinci bir başlangıçtır.

Roman - Bölüm 40: Sessiz Güven

Arin hâlâ hastanedeydi. Kazanın üzerinden üç gün geçmişti. Kolundaki sargı, başındaki dikişler ve yorgun bakışları… Hepsi yaşadıklarının sessiz tanıklarıydı. Ama hayattaydı. Bu bile başlı başına bir mucizeydi.

Hastanedeki odasına giren adam, alışılmışın dışında bir güven veriyordu. Kendini “Subay Üsteğmen Cem” olarak tanıtmıştı. Sakindi. Gözü tok, dili ölçülüydü. Arin’e karşı saygılı ve anlayışlı davranıyordu. İlk başta bu sıcaklık Arin’e tuhaf gelse de sonra bu dostluğun bir anlamı olduğunu hissetti.

“Bu ilçede yalnızsın, değil mi?” dedi Cem, elindeki raporları masaya bırakırken.

Arin sadece başını salladı. Konuşmak istemiyordu. Ama Cem onun sessizliğini saygıyla karşıladı.

İki gün boyunca her gün geldi. Konuşmadılar fazla. Bazen sessizlik, bir dostluktan daha fazlasını anlatıyordu.

Dördüncü gün geldiğinde Cem, çantasından bir meyve suyu çıkarıp Arin’e uzattı. Ardından pencereye yöneldi.

“Sen bu ülkenin yabancısı gibi görünüyorsun ama aslında tam ortasındasın. Kimi insanlar çok genç yaşta büyür. Sen de onlardansın.”

Arin başını çevirdi. Bu sözleri duyduğu anda, içinde bir yerlere dokunmuştu Cem’in cümleleri. Sonra kendine bile fark ettirmeden sordu:

“Sen… neden bu kadar ilgilisin?”

Cem hafifçe gülümsedi.

“İnsan zaman zaman kendini bir başkasında görür Arin. Belki de senden önce ben düştüm bu yolların karanlığına.”

O an Arin’in zihni karıştı. Güvendiği biriyle karşı karşıya olduğunu düşündü. Fakat derinlerde bir şey, küçük bir ihtimal gibi içini kemiriyordu. Cem’in geçmişi, sözleri, o güven veren hali… Her şey gerçek gibi ama bir yanıyla fazla düzgündü.

Gece olduğunda Arin, hastane penceresinden dışarı baktı. Orhangazi’nin ışıkları titrek bir şekilde uzanıyordu. Aklında hâlâ şu sorular vardı:

“Kime güvenilir? Ya karanlık, güvenin maskesiyse?”

Henüz bilmiyordu… ama karşısındaki adam, geçmişin gölgesinden gelen bir yabancıydı. Ve bu dostluk, belki de yeniden açılacak yaraların başlangıcıydı.

Roman - Bölüm 41: Küllerden Doğan Bir Liman

Taburcu olacağı sabah odasının kapısı çaldı. Arin, hâlâ sol kolunu tam hareket ettiremese de artık kendi başına yürüyebiliyordu. İçeriye Cem girdi. Elinde bir çiçek, yüzünde tanıdık bir tebessüm vardı.

“Geçmiş olsun kardeşim,” dedi.

“Sağ ol Cem.”

Bir süre sessiz oturdular. Ardından Cem ceketinin iç cebinden bir kartvizit çıkarıp uzattı. “Bu benim numaram. Aramak istersen, ya da bir şey olursa, çekinme.”

Arin hafifçe başını salladı. Bu adamla arasında gizli bir bağ kurulmuştu. Ama bu bağın ne kadar sağlam olduğunu zaman gösterecekti.

Hastaneden çıktı. Soğuk bir Orhangazi sabahıydı. Taksiye binip doğru oteline geçti. Birkaç saat dinlendikten sonra, aynaya baktığında suratındaki çizikler, göz altlarındaki morluklar ona her şeyi hatırlatıyordu. Ama bu sefer aynadaki adam daha farklıydı: Daha soğuk, daha güçlü, daha kararlı.

Ertesi sabah kahvaltısını yaptıktan sonra takım elbisesini giydi, saatini taktı ve direksiyona geçti. Bursa’daki ofislerine gittiğinde herkes onu görünce afalladı. Abileri, kardeşleri, amcaları… bir şeyler olmuştu. Ama o yalnızca:

“Ufak bir kaza geçirdim. Merak etmeyin, işimin başındayım,” dedi.

Hiç kimse sorgulamadı, çünkü Arin’in gözleri artık sorgulanacak gibi değildi. Konuşmaktan çok susarak hükmediyordu.

Birkaç gün içinde İstanbul’a geçti. Marina’da gerçekleşen büyük bir fuara katıldı. Yat üreticileri, brokerlar, yatırımcılar… herkes oradaydı. Bir köşede, Malta üzerinden gelen bir mega yat ilgisini çekti. Lüks, devasa ve üzerinde Amerikan bayrağı dalgalanıyordu.

Yanaştı, göz gezdirdi, konuştu.

Yat Türkiye pazarına girmeye hazırlanıyordu ama Türkiye’de Amerikan bayraklı bir tekneyi işletmek çok büyük bir sermaye ve izin süreci gerektiriyordu.

Arin, düşünmeden atıldı. “Ben bu işi çözebilirim,” dedi.

İlk adımı posta kutusu yöntemiyle attı. Amerika’dan bir şirket adresi kiraladı, gerekli vergi numaralarını aldı. Ardından Malta üzerinden yasal transferler yaptı. Türkiye’ye girmesi gereken evrakları hazırladı. Aylar süren operasyon sonunda, mega yat Türkiye’ye “bir Türk girişimcinin” eliyle girmişti.

Ve artık Türkiye’deki ilk Amerikan bayraklı yatlardan biri Arin’in kontrolündeydi.

Bu, sadece bir iş değil; bir gövde gösterisiydi. Lüks marinada herkes ondan bahsediyordu.

“Kim bu genç?”

“Daha düne kadar ortada yoktu…”

“Büyük bir sermaye arkasında olmalı…”

Ama kimse onun aylarca Rusya’da cezaevinde kaldığını, mezar kazıp hayatta kaldığını, sırtındaki yaraları bilmiyordu.

O gece Arin, otelin terasındaki bara çıktı. Karşısındaki İstanbul siluetine baktı. Bir viski siparişi verdi.

Barda bir kadın oturuyordu. Göz göze geldiler. Kadın gülümsedi.

Ama Arin sadece kafasını çevirdi. Çünkü gözlerinin önünde hâlâ Kazakistan’daki o gülüş vardı. Bir şair gibi iç çekti. Sonra kendine mırıldandı:

“Bir adam, ne kadar lüks içinde yaşarsa yaşasın… eğer sevdiği bir kadının sesini duymuyorsa, her yer zindandır.”

O gece İstanbul’daki ışıklar bile Arin’e karanlık geldi.


Roman - Bölüm 42: Yokluğun Gölgesinde

Masada duran gazete dikkatini çekmişti. Gazete, bir gün öncesine aitti ama o an için tarihin bir önemi yoktu. Sessizlikte bir gazete sayfası bile insanın zihninde büyük gürültüler koparabilirdi. Arin okumaya başladı, ama birkaç satır sonra resepsiyon bölümünden gelen tartışma sesleri dikkatini dağıttı.

Sormadan edemedi kendine:

“Uyuyan insan mı rahatsız edilmemeli, yoksa kitap ya da gazete okuyan mı?”

Ayağa kalktı ve sesin geldiği resepsiyon bölümüne yöneldi.

Orada, yorgun bakışlı bir adam, iki çocuğun elini tutan genç bir kadınla birlikte resepsiyon görevlileriyle tartışıyordu. Çocukların gözlerinde korkunun titreşimi vardı. Belli ki yeni bir şehirdeydiler ve belki de yeni bir çaresizlikte.

Adam, “Biz ödemeyi yaptık!” diye bağırıyordu.

Kadın ise sessizdi, ama dudaklarında bir kırgınlık çizgisi vardı.

Resepsiyon görevlileri kararlıydı: “Hesabımıza henüz ödeme geçmedi efendim, sizi bu şekilde odaya alamayız.”

Adam öfkeleniyordu. “Bizi mağdur ediyorsunuz!”

Resepsiyondaki erkek görevli çözüm sunmaya çalıştı:

“İsterseniz bugünkü ödemeyi elden yapın. Hesaba geçince size geri iade ederiz.”

Ama adam kabul etmiyordu. Belki gururu, belki gerçekten parası yoktu.

Arin, durumu hemen anlamıştı. Göz ucuyla çocuklara baktı.

“Bir zamanlar ben de onların yerindeydim,” diye düşündü.

Sessizce resepsiyona yaklaştı. Kadın görevli başını çevirip onu fark edince, “Buyurun beyefendi,” dedi.

Arin eliyle hafifçe masaya vurdu:

“Onların ödemesini ben yapacağım. Sabah hesabınıza geçerse, bana iade edersiniz.”

Kadın hemen gülümsedi ve adama döndü: “Beyefendi ödemeyi yaptı. Buyurun, odanıza geçebilirsiniz.”

Adamın gözleri dolmuştu ama bir şey diyemedi. Kadın, çocuklarıyla birlikte asansöre doğru yöneldi.

Resepsiyondaki erkek görevli hâlâ ikilemdeydi. “Abi, kusura bakma… Biz de emir kuluyuz, çalışan insanız işte,” dedi.

Arin gülümsedi:

“Bir gün herkesin cüzdanı boş kalır, ama vicdanı dolu kalmalı. Unutma, iyilik geri istenmez; iyilik sadece unutulmaz.”

Görevli kıpkırmızı kesildi, başını öne eğdi.

Arin tekrar masasına döndüğünde gazete artık ilgisini çekmiyordu.

“Okuma isteği bazen, sofradan aç kalkmak gibidir,” diye düşündü.

“Bir kez kalktın mı, geri dönmek için içindeki iştahı ararsın ama bulamazsın…”

Hafif serin havayı içine çekmek için otelin önüne çıktı. Bir sigara yaktı. Duman göğe yükselirken şehir ışıklarıyla karışıyordu. Rüzgar, hem saçlarını hem de zihnindeki düşünceleri dağıtıyordu.

Asansöre binip odasına çıktı. Pencereye yansıyan siluetiyle dışarıdaki hayat birbirine karışmıştı. Ne düşüneceğini bilemiyordu. Belki de sadece “düşünüyormuş” gibi yapıyordu. Çünkü bazen insan düşünmek için değil, unutmak için düşünür.


Roman - Bölüm 43: Kiralanan Mekân, Satın Alınan Sessizlik

Sabah otelde kahvaltısını yaptıktan sonra rotasını İstanbul’un gözde marinalarından birine çevirmişti. Kıyıdaki teknelerin arasında dolaşırken, bir köşede oturup kahvesini yudumladı. Bu sessizlikte düşünebiliyordu. Ama bugün sessizlik değil, hareket zamanıydı.

Kiralık bir ofis arıyordu. Marina çalışanlarından biri, “Şurada, arka tarafta bu işle ilgilenen biri var. Adı Cüneyt. İstersen doğrudan ofisine geçebilirsin,” dedi.

“Telefonu var mı?” diye sordu Arin.

“Yok abi, ama buralarda herkes onu bulur.”

Hesabı ödedikten sonra tarif edilen yöne doğru yürüdü. Küçük, sade ama güven veren bir tabela vardı kapıda. İçeri girerken tok bir sesle selam verdi:

“Selamünaleyküm.”

Karşısında, orta boylu, siyah saçlı bir kadın oturuyordu. Gülümseyerek karşılık verdi:

“Buyurun efendim, nasıl yardımcı olabiliriz?”

“Bana bir ofis lazım. Kiralık.”

Kadın göz ucuyla takvime bakıp, telefonu eline aldı. “Patron beş dakikaya burada olur,” dedi.

Aradan çok geçmeden içeriye spor giyimli, karizmatik biri girdi.

“Selamünaleyküm. Ben Cüneyt.”

“Merhaba, ben Arin,” dedi eliyle selam vererek.

Kısa bir tanışmanın ardından Cüneyt sordu:

“Ne kadar büyüklükte bir yer düşünüyorsun?”

“Orta halli bir ofis işimizi görür. Yanyana dükkanlarınız varsa bir göz atalım isterseniz,” dedi Arin.

“Bir tanesi eşyalı. Oradan başlayalım,” dedi Cüneyt.

Ofise birlikte yöneldiler. Gerçekten de içeri adım attığında mobilyaların kalitesi, düzenin özeni hemen fark ediliyordu. Arin, duvara yaslı sandalye ve ofis masasının üstünde kalmış kahve lekesini görünce düşündü:

“Bazı yerler, önceki sahiplerinin yarasını saklar. Kiralanan mekân, bazen satın alınmış bir sessizliğe dönüşür.”

Cüneyt fiyatı söyledi:

“Yıllık 6.000 dolar. Peşin ödersen depozitoya gerek yok. Bir de 416 dolar benim komisyonum.”

Arin yüzünü buruşturdu.

“Bu ülkede Türk Lirası geçmiyor mu hâlâ? Kendi parasına güvenmeyen toplumlar, önce ruhunu kiralar sonra toprağını… Neyse, bu ülkenin emlakçılarını yıllardır yiyip bitiren bir avuç fırsatçıya da teşekkür ederiz.”

Sonra çantasını açtı.

“5.000 dolar kira, 450 dolar da senin payın. Al bakalım, hakkını helal etme de… insan boğazına kadar harama batınca helalliğin de anlamı kalmıyor.”

Cüneyt, parayı şaşkınlıkla alırken ilk kez böyle bir müşteriyle karşılaştığını hissetti. Arin, anahtarları uzatmasını istedi. Kadına döndü:

“Kimliğimin fotokopisini alır mısınız?”

Kadın nazikçe: “Elbette.”

Arin son olarak bir ricada bulundu:

“Ofisi temizletebilir misiniz? Ben Bursa’ya geçiyorum, yarın sabah tekrar döneceğim. Temizlik ücretini döndüğümde veririm.”

Kadın başını salladı. Arin çıkmadan önce gülümsedi:

“Bir de yola çıkmadan bir çay alayım. Pet bardakta. Kaynar olsun.”

Kadın hem şaşırmış hem de etkilenmişti. Çünkü bu adam bir ofis kiralamaya gelmişti, ama adeta bir hayat kuruyordu.


Roman - Bölüm 44: Topuğa Sıkılan Adalet

Arin, otoparka geçti. Aracının kapısını açtı, içine oturdu. Kontağı çevirecekken, camına vuruldu. Başını çevirdiğinde, eli belinde, şişkin cüsseli biri dikiliyordu.

“Hop hemşerim, otopark parası?”

Arin, camı indirip başını dışarı çıkardı.

“Hemşeri hemşeriyi gurbette öper derler… ama ben seni öpersem, çok kötü öperim!” dedi sertçe.

Adam afallamıştı. “Anlamadım bilader, otopark parası işte…”

Arin gözlerini kıstı:

“Ben burada esnafım.”

“Ben de esnafım kardeş,” dedi adam, iyice diklenerek.

Belli ki para verilmezse, kavga kaçınılmazdı.

“Bazı erkeklerin yumruğu değil, bakışıyla kavga başlar… Sözün bittiği yerde ses yükselmeden anlaşılır niyet.”

Arin ağır ağır torpidoya uzandı, montunun altındaki silahı aldı ve kapıyı açarak aşağı indi. Yüzü ifadesizdi.

“İnsanoğlunun topuğu ne kadar çok acı bilir misin?” dedi.

Adam afalladı. “Ne diyorsun sen be?”

Arin yürüdü, birkaç adım kaldı.

“Konuşmaktan anlamayan yaratıklara, bazen anlatmak için başka diller gerekir. Sana da uygulamalı anlatacağım belli ki…”

Ve aniden, adamın topuğuna bir el ateş etti.

Silah sesi otoparkı çınlattı.

110 kiloluk cüssesiyle adam, yağ torbası gibi yere yığıldı.

“Topuk acısı nasıl?” dedi Arin, gözleri donuk.

Adam acıyla inliyordu:

“Ölüyorum… Allah rızası için yapma! Çocuklarım var…”

Arin, durdu. Gözleri adamın üzerinde gezindi.

“Çocukların… Babaların günahını çekmeye yüz tutmuş bir toplumda, çocukları kalkan yapmak ne kolay değil mi? Tıpkı çocuk işçilerin sokaklarda mendil sattığı, üç kuruş verenlerin kendini kurtarıcı sandığı şu memlekette çocuk olmak gibi…”

Arin’in içinde öfke kabarıyordu. Gözleri kararmıştı.

Bir anda, dört-beş adamın ona doğru koştuğunu gördü. Ama silah çoktan montunun altına dönmüştü.

“Yapma kardeşim!” diyorlardı.

Arin geri çekildi.

Önce ambulansı, sonra polisi aradı.

O sırada koşanlar durdu, uzaktan izlemeye başladılar. Otoparkta toplananlar esnaftı.

60 yaşlarında biri Arin’e yaklaştı:

“Ne yaptın kardeşim sen?”

Arin döndü, gözlerinin içine bakarak şöyle dedi:

“Senin yapmak isteyip de yapamadığını yaptım. Bu adamları siz tepenize çıkarttınız. Ben size indiriyorum, topuktan başladım. Biz bu otoparkı yıllık kiralarken, içinde bu çöplüğü değil, hakkımızı almayı öngörmüştük. Vere vere büyüttünüz, şimdi kimse şikâyet etmesin.”

Siren sesi yaklaşıyordu. Ambulans geldi. Yaralı adam sedyeye konulurken Arin başucuna eğildi:

“İyileşince, bir daha buraya gelmeden önce Karacaahmet Mezarlığı’na git… kendine bir yer ayarla. Çünkü buraya son gelişin olabilir.”

Polisler geldiğinde Arin göz ucuyla onlara baktı.

Ne bir kaçış vardı yüzünde, ne de bir pişmanlık.

Sadece… sarsılmaz bir kararlılık.

Roman - Bölüm 45: Topuğun Bedeli

Polis olay yerine geldiğinde kalabalığın bakışlarıyla işaret ettiği kişi açıktı: Arin.

“Ne oldu burada?” diye sordu polislerden biri.

Arin gözlerini kaldırmadan cevap verdi:

“Arkadaşın biri topuk acısının nasıl bir şey olduğunu merak ediyormuş. Ben de uygulamalı olarak gösterdim.”

Polisler birbirlerine şaşkınlıkla baktı. İçlerinden biri sessizce, “Aklı yerinde mi bu çocuğun?” diye fısıldadı.

Arin, montunun içinden silahını çıkarınca herkes bir anlığına gerildi.

“Korkmayın,” dedi. “Sizin belinizde taşıdığınızla aynı. Zaten o silahı da bizim ödediğimiz vergilerle aldınız.”

Bu söz, doğrudan devlete, sisteme, adaletsizliğe bir gönderme idi. Polisler bozuldu ama açıkça bir şey diyemediler. Arin silahı uzattı. Polislerden biri emniyetini kapattı, şarjörünü çıkardı. Ama tam silahı poşete koyacakken Arin sesi yükseltti:

“Durun. Namluda bir mermi daha var. Yoksa biri ‘kim vurdu’ya gidecek.”

Bu yaşta bir çocuğun bu kadar bilinçli ve soğukkanlı olması, görev başındaki memurları hayretler içinde bırakmıştı. Arin, arabasını kilitledi ve polis arabasına doğru yürüdü. Kapıya geldiğinde durdu, kollarını kelepçelenmek için uzattı. Polis, “Gerek yok delikanlı, bu ülke için…” dedi.

Arabaya bindiklerinde Arin, “Bir sigara içebilir miyim?” dedi.

“İç, iç tabii,” dedi biri.

İçlerinden biri sorular sormak istiyordu ama Arin cama bakıp sessiz kaldı. Anlamışlardı, konuşmak istemiyordu. Karakola vardıklarında doğrudan sorgu odasına alındı.

“Bir şey içer misin kardeşim?”

“Varsa bir çayınızı içerim,” dedi Arin.

Kimlik kontrolünden sonra ifade başladı. Arin, olan biteni olduğu gibi anlattı. Hiç kıvırmadan, net bir şekilde konuşuyordu. Başkomiser daha önce böyle biriyle karşılaşmamıştı.

İfade bittiğinde Arin sordu:

“Hastaneye geçeceksek, önce bir sigara içeyim.”

Polis itiraz edecek oldu ama başkomiser cebinden bir sigara çıkarıp uzattı.

“Teşekkür ederim,” dedi Arin. “Ama sizin sigaranızdan içemem. Her sorguda bir sigara verirseniz, maaşınız sigaraya gider.”

Ortamda hafif bir gülümseme oldu. Başkomiser, “Bu lafın üzerine sana bir de çay ısmarlayalım,” dedi.

Çaylar içildi, ardından sağlık raporu için hastaneye geçtiler. Rapor temizdi. Herhangi bir darp ya da dışarıdan müdahale izi yoktu. Bu yüzden savcılığa sevk edildi.

2005 tarihli Türk Ceza Kanunu’na göre, yaşının 18’den küçük olduğu tespit edildi ve ceza verilmeden serbest bırakıldı.

Serbest bırakılınca doğrudan otoparka gitti. Arabasına binerken gökyüzüne baktı.

“Bu şehirde iyilik kadar delilik de cezalandırılıyor,” dedi sessizce.

Motoru çalıştırdı ve arabanın içine otururken bir sigara daha yaktı. Bu, bir son değil, sadece bir ara faslıydı.


Roman – Bölüm 46: Sessiz Fırtına

Otoparkın çıkışında camı hafif aralayarak bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekti, sonra gözlerini gökyüzüne dikti. “Yol uzun, ama ben hazırım,” diye mırıldandı. Anahtarı çevirdi, motorun sesi Bursa’ya giden sessiz bir marş gibiydi.

Bursa’ya vardığında akşamüstü olmuştu. Otelin lobisine girdiğinde, resepsiyon görevlisi onu tanıdı. “Hoş geldiniz Arin Bey,” dedi. “Odada her şey hazır.”

Duş aldı, kıyafetlerini değiştirdi. Aynadaki yansımasına baktı. “Yara izleri geçer… ama bazı bakışlar hep kalır,” dedi kendi kendine. Sonra şirketin yolunu tuttu.

Şirketin kapısından içeri girerken çalışanlar ayağa kalktı. Gözlerindeki o garip saygıyı fark etti. Ama o, hiçbir şey olmamış gibi yürüdü. Toplantı odasında dosyaları kontrol etti. Günlük işleyişin her şeyden önemli olduğunu biliyordu.

Gün sonunda evin kapısını açtığında kardeşlerinin gülüşü karşıladı onu. Sarıldılar, omuzlarındaki yük birkaç gram hafifledi sanki. Anne mutfakta, baba odasında, her şey normal gibi görünüyordu… ama Arin’in içi sessizce konuşuyordu: “Hiçbir şey aynı değil.”

O sırada telefon çaldı.

Ekranda “Cem” yazıyordu.

Arin cevapladı. Karşıdan gelen ses gergindi ama sakindi:

“Arin…

Gözleri camdan dışarı daldı. Şehir ışıkları titriyordu. Bir sigara daha yaktı.

Ve sadece bir cümle söyledi:

Arin hafifçe başını salladı, sigarasından bir nefes daha aldı.

“Yarın boş musun?” dedi.

“Buluşalım.

Roman – Bölüm 47: Gölgedeki Karar

Sabah sessizdi. Arin sade bir kahvaltı yaptıktan sonra aracına bindi ve şirkete geçti. Girişte kısa bir selam verdi, sekreterden birkaç evrak aldı. İki kısa toplantıya katıldı, telefon görüşmeleri yaptı, muhasebeye uğradı. Her şey sıradan bir iş günü gibi akıyordu.

Saat 17:30 sularında masasındaki belgeleri topladı, ceketini giydi. Telefonunu cebine koyarken Cem’den gelen mesajı gördü:

“Arap Şükrü’deyim. Geldiğinde masada olacağım.”

Kısa bir cevap yazdı:

“15 dakikaya oradayım.”

Arap Şükrü Sokağı’nın girişi her zamanki gibi canlıydı. Çilingir sofralarının üstünde anason kokusu, sokaktan geçen ud sesiyle karışıyordu. Arin ilerleyip masada oturan Cem’e göz kırptı.

“Geciktim,” dedi.

“Bu sokakta zaman geç kalmaz, sadece rakı soğur,” diye yanıtladı Cem gülerek.

Kadehler doldu. Mezeler geldi. Cem, derin bir konuya girmedi. Arin ise biraz sustu, biraz düşündü. Sonra gözlerini uzaklara dikip bir şiir mırıldandı. Cem bile bir an kadehini kaldırmayı unuttu.

“Ne para yeter insana, ne mevki.

Yalnızlık, bir sabah çorbasında boğulmak gibidir.

Göz göze gelmediğin bir kadın

Geceni parçalarken susmak en ağır intihardır.

Ben sustum… çünkü herkes bağırıyordu.”

Cem, “Bu senin mi?” diye sordu.

Arin cevap vermedi. Sadece gözlerini rakının içine bırakmıştı.

Gece ilerledi. Veda vakti geldiğinde Arin, Cem’in omzuna dokundu.

“Yarın başka bir hayat başlayabilir,” dedi usulca.

Oteline yürürken, sokak lambalarının gölgesi onunla birlikte süzülüyordu. Sokağın köşesine vardığında, bir anda her şey karardı. Siyah bir minibüs ani bir frenle önünde durdu. İki kişi inip onu hızla içeri çekti. Bağıracak vakti yoktu.

Yalnızca bir ses duydu:

“Zaman doldu, Arin…”


Roman – Bölüm 48: Sessizliğin Bedeli

Gözlerini açmaya çalıştı ama başı dönüyordu. Sanki vücudu ona ait değildi. Soğuk metalin üzerine yatırılmıştı. Kafasında şiddetli bir ağrı vardı, çenesinden damlayan kanın sıcaklığını hissedebiliyordu.

Arabada başına aldığı darbeden sonra bilinci kısa süreliğine kapanmıştı. Şimdi ise ayak bileklerinden ve ellerinden metal kelepçelerle bağlanmış, loş bir odada sorguya çekilmek üzereydi. Odanın köşesinde bir masa, masanın üzerinde birkaç tıbbi alet ve eski model bir telsiz duruyordu.

Kapı gıcırdayarak açıldı. İçeriye üç adam girdi. Siyah kıyafetli, yüzleri kısmen maskeli adamlardı. En öndeki, diğerlerinden daha yaşlıydı. Sert bakışlarıyla Arin’e yaklaştı. Yavaşça eğilip kulağına fısıldadı:

“Добро пожаловать в Москву, Арин.”

(Hoş geldin , Arin.)

Arin hâlâ gözlerini zor açıyordu. Adam elini şakağına bastırarak başını yukarı kaldırdı. Göz göze geldiler.

“Ты слышишь меня?”

(Beni duyuyor musun?)

Bir diğeri arkasından bağırdı:

“Он в отключке. Пусть проснется — у нас есть время.”

(Baygın. Uyanmasını bekleyelim — zamanımız var.)

Arin biraz toparlandı. Başını sağa çevirdiğinde duvardaki paslı su izlerini gördü. Bu bir hapishane değildi… burası bir mesajdı. Her şeyin sona erebileceği bir yerdi.

İçlerinden biri cebinden küçük bir defter çıkardı, masaya koydu. Sonra Arin’e döndü.

“Seni izliyorduk. Sustun. Konuşmadın. Direndin. Şimdi sana üç seçenek sunuyoruz,” dedi kalın aksanıyla.

Bir diğeri devam etti:

“Ya bizimle birlikte çalışırsın… silah satışlarında bizim bağlantımız olursun…”

İkinci parmağını kaldırdı:

“Ya da Rusya’daki silah tüccarlarını bize ulaştırırsın, onları bir masada toplarsın…”

Ve üçüncü parmağını kaldırdı:

“Yoksa… burada kalırsın. Ve adın bir daha hiçbir kayıtta geçmez.”

Arin gözlerini kapadı. Sessizce nefes aldı.

Kafasının içi çınlıyordu. Sadece kendi kalp atışlarını duyabiliyordu.

“Ты выбрал смерть?”

(Ölümü mü seçiyorsun?)

Arin başını kaldırdı, dudaklarını zorla aralayarak tek bir cümle fısıldadı:

“Ben… susarak daha çok şey söyledim bugüne kadar.”

Adamlar birbirlerine baktı. Masanın üzerindeki telsizden bir ses geldi:

“Подготовьте его.”

(Onu hazırlayın.)

İşkence başlayacaktı. Ama Arin, henüz hiçbir söz söylememişti. Ve belki de o sessizlik, tüm kurşunlardan daha güçlüydü.

Roman – Bölüm 49: İşkence Başlıyor

İşkence başlamıştı.

Ama bu, sadece bir fiziksel acı değil; bedenin sınırlarını aşan bir zihinsel yok oluştu.

Gözlerini açtığında başı demir bir boruya yaslanmıştı. Ellerinden tavana zincirlenmişti, ayak uçları yere zor değiyordu. Sol omzu çıkık gibiydi. Nefes alış verişi düzensizdi. Sanki ciğerlerine hava değil, bıçak girip çıkıyordu.

Loş ışık sadece bir noktayı aydınlatıyor, geri kalan yer karanlıkla örtülüyordu. Masanın üzerindeki pense, elektrik kabloları ve buz kovaları adeta bir ritüelin parçalarıydı.

İçeriye üç adam girdi. Siyah kıyafetli, yüzleri maskeliydi. Konuşan sadece biriydi. Diğer ikisi… suskun infazcılardı.

“Добро пожаловать в реальность.”

(“Gerçekliğe hoş geldin.”)

Arin’in gözbebekleri küçüldü. Dudakları çatlamıştı. Ama o alaycı bir gülümsemeyle fısıldadı:

“Ben zaten hiç hayal kurmadım.”

İlk elektrik şoku, sırtından verildi. Omurgasının her noktasında bir titreme hissetti. Kasları kasıldı, dişleri birbirine çarptı. Beyni sarsıldı, ama bilinci yerindeydi.

İnsanoğlunun vücudu, 5 miliamperlik bir elektrik akımında sarsılmaya başlar. 10 miliamperde kaslar istemsizce kasılır, 30’da solunum zorlaşır. 75 miliamperlik bir akım kalpte ritim bozukluğu yaratır. 100 miliamperin üzerindeki her saniye ise hayata karşı doğrudan bir tehdittir. Ve Arin’in vücuduna verilen akım… 110 miliamperdi.

Sonra tırnaklarına geçtiler.

Bir penseyle, birer birer… Onlara göre bu, yalnızca prosedürdü. Ama Arin her darbede daha da sessizleşti.

Suyun altında boğulmakla nefes almak arasındaki çizgide defalarca gidip geldi. Her nefes… ölümle yaşam arasındaki bir uzlaşmaydı.

“Ты сломаешься… Все ломаются.”

(“Kırılacaksın… Herkes kırılır.”)

Arin kafasını kaldırdı. Gözleri kıpkırmızıydı, ama bakışlarında bir kibir, bir direniş vardı.

“Sizin gibi olanlar… kırık doğar zaten. Ben çatlak geldim bu dünyaya. Ama kendimi yapıştırmayı öğrendim.”

Saatler sürdü. Vücudu artık kendisine ait değil gibiydi. Bazen sessizce kendine tekrar ediyordu: Acının da bir dili var… ben onun sessiz harfiyim.

Sonunda lider adam başıyla işaret etti. “Yeter,” dedi.

Arin’in gözleri hâlâ açıktı. Göz kapakları düşmedi.

“Son teklif,” dedi lider. “Ya bizimle silah ticaretine başlarsın… ya da Rusya’daki silah tüccarlarının yerini söylersin.”

“Üçüncüsü?” diye sordu Arin.

“Yok.”

Bir sessizlik daha oldu. Sonra Arin, çatlamış dudaklarını oynattı.

“Tamam…”

“Sizinle çalışacağım.”

Ama iç sesi bir başka gerçeği fısıldıyordu:

“Onların oyununa giriyorum, evet… ama kurallar artık bana ait olacak.
Roman – Bölüm 50: Derin Suların Ticareti
Üç gün boyunca sessizlik hâkimdi.

Vücudundaki her yara tek tek temizlendi. Sol omzuna sabit bir destek takıldı, göz altındaki morluklar inatla kalmaya devam etti. Ama en çok da kaburgalarındaki sızı uyurken bile nefesini kesiyordu. Yine de… Arin sessizdi. Herkesle konuşuyordu ama aslında kimseye bir şey anlatmıyordu.

Tedavi gördüğü daire, Rus istihbaratının kontrolündeydi. Birinci katta bir doktor, ikinci katta güvenlik birimi… Üçüncü katta ise Arin’in kaldığı özel oda. Zaman zaman Rusça fısıltılar yankılanıyor, kapılar açılıp kapanıyor, birileri girip çıkıyordu.

Dördüncü günün sabahında kapı çalındı.

“Hazır mısın?” dedi siyah takım elbiseli biri. “Bugün denize çıkıyoruz.”

Arin hafifçe başını salladı. Ne hazırlanmak, ne de sormak istediği başka bir şey vardı. Sırt çantasını alıp peşlerine düştü.

Karadeniz, gri ve vahşi.

Zonguldak kıyılarına 45 kilometre uzaklıkta, kimsenin radarına takılmayan eski bir tersaneye geldiler. Burası haritalarda görünmüyordu ama denizden her gece konteyner taşıyan küçük tekneler, saat gibi işliyordu.

Limanın bir ucunda Türkiye, diğer ucunda İran’dan gelen mühimmat, ortada ise Arin vardı.

Sahte pasaportu, yeni kimliği ve yeni talimatları vardı: “Bu rotayı temizle. Türkiye-Suriye hattındaki geçişi organize et. Paranın, silahın ve insanların hepsi senin kontrolünden geçecek.”

Arin, soğuk bir sigara yaktı. “Siz önce bana güvenmeyeceksiniz, sonra ben size.”

Bir konteynerin kapağını açtı. İçerisi el bombaları, cephane kutuları ve çelik yeleklerle doluydu.

“Kaç ülke dokunmuş bu silahlara, kaç hayat parçaladı bilmiyorum. Ama artık bu silahlar benim ellerimde.”

Sınırlar ortadan kalkmaya başladı.

Artık Arin için sadece Karadeniz değil, Hatay’dan Musul’a, Erbil’den Halep’e, hatta İran’ın içlerine kadar uzanan bir ağ kuruluyordu. Paravan şirketler, sahte ihaleler, kayıt dışı banka işlemleri… hepsi birer oyundu ve Arin artık o oyunun kurucusuydu.

Bir gece, liman kenarında otururken şöyle fısıldadı kendi kendine:

“Bir zamanlar hayatta kalmaya çalışan bir çocuktum. Şimdi hayatta kalmak için başka çocukların üzerinden geçmem isteniyor. Ama ben buna asla izin vermeyeceğim.”

Ve içinden geçirdi:

“Bu oyunu başlattılar… Ama nasıl biteceğini sadece ben belirleyeceğim.
Roman – Bölüm 51: Gölge Pazarlıklar

Arin, birkaç gün boyunca o liman kentindeki sahipsiz bir pansiyonda kaldı. Vücudu hâlâ darbelerin izlerini taşıyordu. Göğsünde morluklar, kolunda dikiş izleri… ama en çok da gözlerinde bir şey vardı artık: Ölümü tatmış, hayata dönmüş bir adamın soğukkanlığı.

Karadeniz’in hırçın kıyılarında sabah puslu başlardı. Pus, sadece havada değil; limandaki her adımda da hissedilirdi. Burada sadece balıkçılar yoktu. Konteynerlerin içinden fısıltılar, adamların ceplerinden uzanan zarflar, liman amirinin göz kırpmaları geçerdi.

Arin ilk kez bir silah sevkiyatını baştan sona izliyordu. Gemi, Moldova bayraklıydı. Ama gerçek sahipleri, kimsenin resmi evrakta göremeyeceği adamlardı. Türkiye kıyılarından yüklenen sandıklar, Suriye’ye, Irak’a, hatta bazı Afrika ülkelerine gidiyordu. Arin’in görevi artık netti: Koordinasyon.

Kendisine rehberlik eden Cem, her şeyin kitabına uydurulmuş gibi gösterildiğini anlatıyordu. Ama Arin bunu çoktan anlamıştı: “Yasal gibi görünen her şeyin arkasında bir yasa dışılık vardır.”

Limanın gölgesinde siyah camlı bir minibüste, ilk ciddi toplantı yapılıyordu. İçeride beş kişi vardı. Konuşmalar kısa ve netti.

“Ürünler Gemlik’ten çıkacak. Belgeler hazırlanıyor.”

“Kıyı güvenliği ayarlandı mı?”

“Karşı kıyıda gelen TIR’lar Irak plakalı. Ama şoförler Türkmen. Anlaştık.”

“Rahat olun. Gümrükçü zaten bizim çocuk. Kargo geçerken gözünü başka tarafa çeviriyor.”

“Uçaksavarları bu seferlik ayrı bir sevkiyatla yollayalım. Tek partide hepsi giderse dikkat çeker.”

Arin sessizdi. Dinliyordu. Ezberliyordu. Ama her cümleyi zihnine başka bir katman olarak işliyordu. Çünkü bu işin içinde sadece kâr yoktu. Kan vardı.

Minibüsten indiklerinde Cem ona döndü:

“Sen artık bizim adamımızsın. Ama bizde şöyle bir şey vardır…”

Bir sigara yaktı ve gözünün içine baka baka konuştu:

“Ya bizimlesin… ya da bir sabah Karadeniz’in dibinde uyanırsın.”

Arin gülümsedi. Ceketinin düğmesini ilikledi.

“Karadeniz’in dibi mi? Oraya inen çok oldu. Ama çıkan az. Ben çıktım bir kere. Gerekirse tekrar inerim. Ama bu sefer orayı evim yaparım.”

Cem dondu kaldı. Adamlar sustu. Ve o an anladılar…

Arin artık onların bir parçasıydı.

Ama aynı zamanda en büyük tehdidiydi.

Roman – Bölüm 52: Sessiz Hatlar, Kara Paralar

Arin artık yalnızca bir adam değildi. O, Karadeniz’in puslu limanlarında dolaşan sessiz bir gölgenin parçasıydı.

Silah sevkiyatları artık yalnızca Türkiye sınırlarında kalmıyor; Gürcistan üzerinden Ukrayna limanlarına, oradan da Avrupa’nın göbeğine ulaşıyordu. Tüm operasyon görünmez bağlantılarla ilerliyordu. Arin’in görevi; taşıma, sevkiyat, teslimat ve paranın geri dönüşünü kontrol altına almaktı.

Bir gece, Romanya üzerinden Bulgaristan’a geçen TIR’ların belgelerini kontrol ederken bir ajanın sesi yankılandı:

“Avrupa’da işler, Orta Doğu’daki gibi yürümez. Burada anlaşmalar kağıt üzerinde olur, ama silahlar denizden gelir.”

Avrupa’da silah pazarının kuralları farklıydı. Resmi belgeler sahte şirketler üzerinden hazırlanıyor, silahlar medikal yardım, tarım ürünü ya da makina ekipmanı olarak tanımlanıyordu. Bu işin arkasında, sıradan mafya değil; üniversite mezunu, kravatlı, diplomalı “beyaz suçlular” vardı.

Silahların satıldığı ülkelerde her şey kayıt dışıydı. Ama bankalar, her zaman kayıt içindeydi.

Kara para; Balkanlar’daki casinolar, Avusturya’daki kuyumcular ve İtalya’daki lüks gayrimenkul piyasasında aklanıyordu. Arin bu ağı çözdükçe; işin büyüklüğünü daha net görüyordu.

“Burada silah satan adamlar gece kulübü açıyor, bar işletiyor, moda markası kuruyor,” dedi Cem bir akşam.

“Peki ya biz?” diye sordu Arin.

“Biz, hala hayattayız. Şimdilik yeter.”

Arin’in zihninde her şey çok netti. Bu sistem, yalnızca silahla değil, zihinle kurulmuştu.

Roman – Bölüm 53: Sınırların Ötesinde

Silahlar artık Karadeniz kıyılarından ayrılmış, Bulgaristan üzerinden Romanya’ya, oradan da Avrupa’nın içlerine doğru yol alıyordu. Bu, yalnızca bir ticaret değildi. Bu, sessiz bir savaşın cephanesiydi.

Arin, artık sahadaki oyuncu değil, oyunu kuranlardan biriydi. Ama bu sefer yalnız değildi. Anlaşmalar, kasetler, şantaj dosyaları, devletlerin sustuğu konuşmalar… Hepsi bir çantada taşınıyordu.

“Silah, doğru ele geçerse güvenliktir. Yanlış ele geçerse devrim,” demişti bir gün ona bir Fransız aracı. İşte o yanlış eller, şimdi doğru kapıları çalmaya başlamıştı.

Almanya, Fransa ve Belçika üzerinden taşınan silahlar çoğunlukla sahte kargo belgeleriyle gönderiliyordu. Arin’in ekibi, sınır kapılarındaki gümrük memurlarını, taşeron şirketlerin verdiği maaşlardan daha yüksek teklifler sunarak satın almıştı.

“Paranın çözemeyeceği şey yoktur, ama çözüm getirdiği her şey kirli kalır,” diyordu Arin, gizli bir toplantı sonrası.

İtalya’da Milano yakınlarında bir depo vardı. Avrupa içi dağıtım buradan yapılıyordu. Depoya her gelen kamyon, başka bir ülkenin plakasıyla çıkıyordu. Takip etmek isteyenler için hazırlanmış sahte izler, sahte güzergâhlar, hatta sahte şoförler bile vardı.

Ama asıl risk, Paris’teki bir oteldeydi.

Burada yapılacak olan bir toplantı, Arin’in Avrupa’daki en büyük bağlantısıyla ilk yüz yüze buluşması olacaktı. Toplantının konusu açıktı: “Silahın yalnızca parayla değil, istikrarla da pazarlanması gerekiyordu.”

Arin artık biliyordu. Bu işte paradan daha güçlü şeyler vardı.

Sessizlik.

Ve korku.

Roman – Bölüm 54: İsviçre Posta Kutusunda Kayıp Kimlikler

Arin, Zürih’in merkezine yakın ama gözden uzak bir muhitteydi. Üç katlı eski taş binanın zemin katında, bir hukuk bürosunun hemen yanına kurulmuş “sözde” bir danışmanlık şirketi tabelası asılıydı:

“Alpen Stratejik Güvenlik Danışmanlığı AG”

İçeride ne bilgisayar vardı, ne telefon çaldı, ne kahve kokusu yayıldı.

Sadece bir masa, iki sandalye, bir de sürekli açık olan posta kutusu.

Bu, Avrupa’nın kalbinde legal görünen, ama illegal akışın döndüğü bir karargâhtı.

Arin’in adı geçmiyordu hiçbir belgede.

Ortak: Letonya vatandaşı bir eski asker.

Yönetici: Avusturyalı bir muhasebeci.

Sahip: Kayıp bir Moldova kimliği.

Ama her şeyi kontrol eden… Arin’di.

Teslimat Noktası: Hamburg Limanı

Zürih’ten sonra Hamburg’a geçtiğinde randevusu belliydi.

Limanın 12 numaralı konteyner sahasında onu bekleyen bir adam vardı.

Gri ceketli, güneş gözlüklü, kimseyle göz teması kurmayan biri.

Konteynerin kapısı açıldığında içindekiler sıradan görünüyordu:

Hortumlar, jeneratörler, birkaç takım elbise kutusu…

Ama en alt katta yer alan büyük sandıklar… işin özünü saklıyordu.

Şifreli Teslimat Konuşması

“Malları görmek ister misin?”

“Renkleri değişti mi?”

“Hayır… sadece yer değiştirdiler.”

“İyi… çünkü bu renk her zaman kanla karışıyor.”

İkisi de gülmedi.

Sonra gri ceketli adam siyah bir çanta uzattı.

İçinden saat kutusu çıktı.

Açıldığında içinden 3 adet Patek Philippe marka saat vardı.

Arin çantayı aldı.

O saatlerin toplam değeri: 2.4 milyon euro.

Yasa Dışı Paranın Dönüşü: Sanat ve Kripto

O saatler ertesi hafta Paris’te bir müzayedede “koleksiyon ürünü” olarak satılacaktı.

Arin parasını isterse kripto cüzdanına alacaktı.

İsterse de Budapeşte’deki sahte galeri üzerinden bir tablo satın almış gibi gösterecekti.

Gölgedeki Tehlike

Ama… o sırada Almanya iç istihbarat birimi, BND, Hamburg’da ilginç bir iz yakalamıştı.

Konteynerin takibi yapılmaya başlanmıştı.

Ve Arin bunu… henüz bilmiyordu.

Roman – Bölüm 55: Gölgedeki Bayraklar

Zürih’te kurulan offshore şirket, Arin’in kurduğu en profesyonel kılıflardan biriydi. Hesap, yıllardır sessizdi. Ta ki o güne kadar…

O sabah, Zürih’teki banka sistemine yapılan giriş, alışılmış IP adreslerinden farklıydı. İsviçre bankaları, şüpheli hareketleri anında uluslararası finansal gözlem birimlerine bildirirdi. Sistem, hesap hareketini otomatik olarak “şüpheli” olarak etiketledi.

O sırada Almanya’nın Stuttgart kentinde büyük bir festival düzenleniyordu. Almanların yerel gururu olan bu festivalde her şey vardı: devasa bira çadırları, sokak müziği, rengârenk lunapark ışıkları, dans eden insanlar… ve Arin.

Kıyafeti değil ama tavrı pahalıydı. Masaya geçtiği an dikkat çekmişti. Cebinden çıkardığı tomarla garsona 500 Euro bahşiş verdi. “Su istemiyorum,” dedi, “bu gece bana biraz özgürlük getirin.”

Onunla aynı masaya oturan üç genç kadın vardı. Hepsi başka milletlerden; biri Letonyalı, biri İtalyan, diğeri Alman. Dans ediyorlardı, kahkahaları müziğe karışıyordu.

Arin’in gözü ise kalabalıkta değil, gökyüzündeydi. Düşünceleri karmaşıktı ama duruşu sarsılmazdı.

Bir ajan, güvenlik kamerasına bakarken mırıldandı:

“Bu adam suçluysa… cennetle cehennem arasında dans ediyor olmalı.”

Diğer ajan ise soğukça karşılık verdi:

“Ya da en iyisi böyle görünmeyi bilen tek kişidir.”

Gece uzadı. Arin eğlendi, sokakta çocuklara para dağıttı, müzik eşliğinde dans eden yaşlı bir Alman çiftle birlikte alkışladı. O gece… herkes gibi görünüyordu.

Ama sabaha karşı, saat 04:15.

Kaldığı otelin önünde sessizlik hâkimdi. Sessizlik… fırtınanın en koyu halidir.

Beş siyah minibüs sokağın iki ucunu kapattı. Sessizce, hiç kimse uyanmadan. Oteldeki oda numarası tespit edilmişti. Üç adam, koridorda sessiz adımlarla ilerledi. Kapının kilidi elektronik sinyalle çözüldü.

Ve sonra…

“Bundesnachrichtendienst! Auf den Boden! Hände hoch!”

(Alman İstihbarat Servisi! Yere yat! Eller yukarı!)

Arin gözlerini açtı.

Sadece üç saniyeliğine…

Ve mırıldandı:

“Her kaçışın bir sonu vardır…”

Silahlar doğrultulmuştu. Gözaltına alındı.

Ama bu daha başlangıçtı.

Çünkü Arin’in kurduğu sistem…

tek kişilik bir plan değildi

Roman – Bölüm 56: Sessizlik Stratejisi

Gözlerini açtığında, beyaz ışıklı bir odadaydı. Masanın karşısında oturan adam, klasik bir istihbaratçının duruşundaydı: Soğuk, sabırlı ve mesafeli.

Arin hiçbir şey söylemedi. Ne adını verdi ne de bir kelime sarf etti. Masanın üzerindeki dosyada her şey yazıyordu zaten.

“Adınız?” dedi adam.

Arin gözlerini kaçırmadı ama cevap da vermedi.

Sorgucu dosyayı açtı. “Bu kadar sır saklayan biri, ya çok korkuyordur ya da her şeyi planlamıştır,” dedi alçak bir tonda.

Beş dakika geçti, on dakika. Sessizlik, odada devleşti. Arin, Rusya’da yaşadığı sorgulardan sonra sessizliğin en büyük direniş olduğunu biliyordu. Bu adamlar bağırmazdı, yakmazdı ama sabırla çökerlerdi. Yine de… Arin’in susması planlıydı.

Kapı açıldı. İçeriye lacivert takım elbiseli biri girdi. Almanca değildi dili. Amerikalıydı. Yüzünde diplomatik bir ciddiyet.

“Biz bu kişiye dair uluslararası güvenlik istisnası talep ediyoruz. Bilgileri Amerikan topraklarında değerlendirmek istiyoruz.”

Arin kafasını çevirip ilk kez konuştu:

“Ben hâlâ Avrupa sınırlarındayım.”

Amerikalı temsilci şaşırdı.

“Üç kıta seni izliyor. Konuşmazsan bile birinin adına konuşuyorsun,” dedi ve dosyayı masaya bıraktı. Kapağında Arin’in fotoğrafı, sağ üst köşede red-tagged: high risk yazıyordu.

O sırada Alman sorgucu diğer ajana yaklaştı.

“Pasaportuna bak. Her şey kayıtlı. Ama Zürih’teki hesaptan gelen para… Sistem dışı. O hareket bilerek yapıldı. Bu çocuk kendini buraya çektirdi.”

Arin gözlerini kapattı. Zürih’teki işlemi hatırladı. O transfer, rastgele yapılmış bir hareket değildi. Almanya’ya girmesi gerekiyordu çünkü burada konuşması gereken biri vardı. Bir düşman ya da bir eski dost. Belki bir sır.

Kapı tekrar açıldı. Bu kez içeriye kırmızı saçlı bir kadın girdi. Letonyalı. O gece birlikte eğlendiği kadınlardan biriydi. Elinde çanta vardı. Kadın gözlerini Arin’e dikti, sonra sorguculara döndü.

Alman sorgucu gözlerini Arin’e dikti.

“Bu defa elimizden kurtulmuş olabilirsin,” dedi. “Ama seni takip etmeye devam edeceğiz.”

Arin hafifçe başını salladı.

“Benim geçmişim beni terk etmediği sürece… siz hiç başaramayacaksınız.”

Amerikalı araya girmek istedi, ama sorgucu onun sözünü kesti:

“Amerikan gölgeleriyle iş tutmuş olabilirsin… ama bu topraklarda herkes kendi cehennemini kendi yaratır.”

Kapı açıldı. Arin sessizce ayağa kalktı. Çıkmadan önce dönüp gözlerinin içine baktı:

“Kim bilir… belki bir gün siz de sorgulanırsınız.

Roman – Bölüm 56: Gölgenin Sesi

Avrupa’nın geceye karışmış sokaklarında, Arin artık bir isimden fazlasıydı. Onun adı bir fısıltıydı; kulaktan kulağa yayılan, karanlık koridorlarda yankılanan bir kod.

Zürih’te başlayan iz, Viyana’da kalınlaştı. Belçika’da bir antikacı dükkanının alt katında silahların kaydı tutuldu, Amsterdam’da eski bir kilisenin mahzeninde ilk büyük anlaşma yapıldı. Artık Arin bir satıcı değil, bir sistemin omurgasıydı.

Kendisine yeni bir isim verdi: Miran S. Pasaport yeniydi, parmak izi silinmişti. Gülüşü samimi ama gözleri uzaklara bakan bir deniz gibiydi. Karşısındaki her insan ona göre bir aynaydı; ya kırılmış, ya kirlenmiş.

Karanlık bir kulüpteydi bir akşam. Sırbistan sınırına yakın, isimsiz bir kasabanın dışında… Taş duvarların ardında, güçlü adamların zar attığı, kadınların sustuğu, silahların masanın altında konuştuğu bir yerde.

Beyaz gömleğinin manşetini düzeltti, masaya oturdu. Yanına gelen adam, Slav aksanıyla konuştu:

“Buraya geldiysen ya güçlü biriyle anlaşmışsındır… ya da ölümünle barışmışsındır.”

Arin gülümsedi. “Ben ikisini de denedim,” dedi.

Gecenin ilerleyen saatlerinde eline bir telefon verildi. Ekranda sadece üç kelime yazıyordu:

“Göz üstündesin. Dön.”

Arin telefonu cebine koydu. Yavaşça dışarı çıktı. Gökyüzüne baktı.

Sınırı geçmeye bir gün vardı. Yolculuk Sırbistan’a uzanacaktı. Belgrad… Belki de geçmişin sessiz çığlıklarını bastırmak için en uygun yerdi.

Ama bilmediği bir şey vardı:

Gölge artık peşinde değil… yanındaydı.

Ve Arin, Sırbistan’a doğru yola çıkarken…

Gece, son kez sessizleşti.

Roman – Bölüm 57: Sırbistan Kapanı

Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’ten Sırbistan’a doğru yola koyulduk. Hırvatistan sınır kapısına geldiğimizde pek sorun çıkarmadan pasaportlarımızı kontrol edip “Bagaj normal mi?” diye sordular. “Normal,” dedik. Pasaporta kaşe basıp verdiler. Yaklaşık bir kilometre sonra Sırbistan kapısına geldiğimizde önümüzde dokuz tane araba vardı. Gümrükteki polis sayısı fazlaydı, bu dikkat çekiciydi.

“Geri dönelim mi?” dedim. Yanımdakiler, “Geri dönersek karşı şeride geçme şansımız yok. Polisler şüphelenir ve bize sorun çıkarır. Hiç sorun yokken neden böyle bir şey yapalım?” dediler.

“Burada fazla polis var, anormallik var,” dedim. “Sana öyle geliyor,” dediler.

Torpidoda duran silahımı elime alıp emniyetini açtım. Yanımdakiler şaşkındı. Sıra yavaş yavaş bize geliyordu. Önümüzde son bir araba kalmıştı ve polisler hücum edecekmiş gibi hazırlık yapıyordu. Göz temaslarından anlamıştım. Ama yanımdakiler bir türlü anlam veremiyorlardı.

“Arabayı biraz ileri park et,” dedim. “Olası bir durumda ben havaya ateş açacağım. Arabaya binip Sırbistan’a doğru devam edeceğiz.”

Gümrük memuru hiçbir şey yokmuş gibi pasaportlarımızı kontrol ederken sağda duran polis telsizden bir anons aldı. Polis emri tekrarlar gibi bir hareket yaptı.

“Hazır olun,” dedim.

Memur pasaportlara damga bastı, “Ülkemize hoş geldiniz, komşu,” dedi ve teslim etti.

Yanımdakiler hâlâ beni hayalperest ya da şizofren zannediyordu ama ben emindim. Belgrad’a doğru devam ettik. Yol boyunca aynadan arada bir baktım. Herhangi bir hareketlenme yoktu.Bir petrolde durduk. Tuvalet ve kahve molası verdik. Ama burada da bir tuhaflık vardı. Adeta bir polis bizim arabayla özel olarak ilgileniyor gibiydi. İçimden “Ben gittikçe hayalperest mi oluyorum?” dedim. Suç dünyasındaysanız şüphelenmemek bile şüpheli durur insana.

Nikola Tesla Havalimanı’na bir kilometre mesafedeki China Town Hotel’de yer ayırtmıştık. Otele giriş yaptığımızda pasaportlardaki giriş damgaları kontrol edildi, ödemeyi yapıp odalara çıktık. Odalar gayet geniş ve balkonluydu. Yoldan geldiğim için üstümü değiştirdim ama hâlâ tedirgindim. Sanki valizim bir başkasına teslim edilecekmiş gibiydi.

Valizi açtım, siyah elbiselerimi giydim. Tekrar düzenli bir şekilde yerleştirip valizi kapattım. Saat 00:00 olmuştu. Yan odada kalanlara telefon açtım, “Hemen benim odama gelin,” dedim.

Beş dakika sonra geldiler. Onlara valizimi teslim ettim. Beşer dakika arayla oteli terk etmelerini söyledim. Tuhaf tuhaf yüzüme baktılar. Otele yakın bir yerde durup, oteli görecek şekilde olan biteni izlemelerini istedim.

“Beni teslim alacaklar. Eğer karakola götürmezlerse müdahale edin. Ama karakola gidersem avukatla gerekeni yaparsınız,” diye anlattım.İsteksiz, gönülsüz ama inanmamış şekilde ayrıldılar.

Yatağın üstünde beklemek kötüdür. Beklemeye koyuldum. Beklerken uyumuşum.

Bir görüntüyle uyandım. Uyandığım an silah dipçiği yedim, sonrası yok…

Bizimkiler dışarıda, otelin dört yanını 15 tane özel eğitimli araçla sardıklarını ve sessizce içeri girdiklerini söyledi. Odaları kontrol etmişler ama onları bulamamışlardı. Zaten aradıkları bendim.

Gözümü açtığımda ellerim masaya kelepçelenmiş, ayaklarım bağlıydı. Boynum tutulmuştu. Sağ kaşımın üstünde hafif bir kaşıntı hissediyordum. Karşımda yalnızca iki sandalye vardı. Odanın içinde tepeme vuran güçlü bir ışık ve kocaman bir tek yönlü cam…

Boynum ve kafam feci şekilde ağrıyordu. Yaklaşık beş dakika sonra içeri iki polis geldi. Arkalarından bir kadın ve bir erkek daha girdi.

“Merhaba Arin,” dedi kadın. “Nasılsın?”

“Olabildiğince iyiyim,” dedim.

Türkçeleri benden iyiydi, özellikle kadının. (Dil öğrenme konusunda şöyle bir teorim vardı: Genellikle kadınlara karşı şöyle derdim — ‘Dilimizi, birbirinin diline dolanarak aktarabiliriz.’ Tıpkı aküsü bitmiş bir arabanın takviye yaptığı gibi. Muhtemelen kadın da benim teorimle öğrenmişti.)

Bildiğim el arabasıyla dosyalarımı getirdiler. Oldukça havalıydı. Günahlarımı taşıyan araba… Tıpkı çocukken peşinden koşup 0,03 TL almak istediğimiz gelin arabası gibiydi. Ama bu daha fiyakalıydı. Kırmızı, siyah ve gri dosyalarla doluydu.

Her dosya bir sırdı, her sır bir vicdan yüküydü; ve o el arabası, yılların suskunluğunu taşır gibi ağırdı.

Roman – Bölüm 58: Sorgu

Gözleri yavaş yavaş karanlığa alışmıştı. Camın arkasında siluetler belirdi. Üç kişi… biri başrolde, diğerleri sadece gölgeydi.

“Adın?”

“Arin.”

“Soyadın?”

Arin sustu.

“Zürih’teki hesaba gelen transferi kim yaptı?”

Sessizlik
Sorgucu masaya avuç içiyle vurdu. “Sırbistan Cumhuriyeti Ceza Kanunu Madde 246’ya göre, ülkemizde organize suç faaliyetleri içinde yer aldığından şüphelenilen kişi olarak sorgulanıyorsun. Sessizliğin lehine olmayabilir.”

Arin gözlerini kaldırmadan yanıtladı:

“Sessizlik bazen savunmadan daha güçlüdür.”

“Bu yaptığın, 2005 tarihli Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 15. maddesine göre susma hakkıdır ama unutma; aynı zamanda 235. maddeye göre uluslararası suçlara yardımdan yargılanırsan cezan 20 yıla kadar çıkabilir.”

“Ya da hiçbir şey yapmadan bile hüküm giyebilirim, değil mi?”

Sorgucu öfkelendi. “Sana burada iyi davranıyoruz. Eğer bu işin içinde değilsen, neden bu kadar dosya dolu? Neden bu kadar gizem?”

“Çünkü bazı cevaplar, soruların değil, hayatların içinde gizlidir,” dedi Arin.

Birbirlerine baktılar. On dakika daha süren sessiz savaşta hiçbir bilgi alınamadı. Nihayet sorgucu kalktı. “Yargı karar verdi. Tutuklusun. Belgrad Merkez Cezaevi’ne sevk edileceksin.”

Kelepçeleri yeniden takıldı. Dosyalar arkasından kapatıldı. Ve Arin, bir kez daha karanlığın içine doğru yürüdü.

Roman – Bölüm 59: Duvarların Ardında

Soğuk duvarlar, Arin’in yeni gerçekliğiydi. Sırbistan’daki cezaevi, yalnızca taşla tuğladan değil, suskunluktan, baskıdan ve görünmeyen zincirlerden inşa edilmişti.

Gün ağarmadan önce koğuşun ağır kapısı açıldı. Gardiyan içeri girdi, yüzü ifadesizdi. “Hazırlan, sorgu devam edecek,” dedi.

Arin, yüzünü yıkamak için lavaboya yöneldi. Aynaya baktığında sadece kendini değil, ardında bıraktığı onca gölgeyi de görüyordu. Sorgu odasına alındığında atmosfer aynıydı. Karşısında bu kez sadece bir adam vardı. Kadın yoktu. Masada bir dosya, bir ses kayıt cihazı ve bir şişe su duruyordu.

“Konuşmazsan her şey daha da uzayacak,” dedi adam.

Arin gözlerini kaçırmadı. “Benim için zamanın yokluğu değil, anlamı önemli,” dedi sessizce.

Adam sinirlenmişti. Masaya vurdu. “Bu ülkede susmak bile suç!”

Arin başını eğdi. “O zaman beni susturun,” dedi.

Ve o gün, Arin resmen Sırbistan yasaları gereği ‘uluslararası kaçak silah ticareti şüphesiyle’ tutuklandı.

Yasaya göre;

• 2005 tarihli Ceza Kanunu’nun 348. maddesi gereğince, “kaçak silah taşımak ve silah ticaretine teşebbüs” suçu işlediği iddiasıyla 8 yıla kadar hapis cezası istemiyle cezaevine sevk edildi.

• Ayrıca 216. madde uyarınca “yabancı ülke topraklarında yasa dışı faaliyet göstermek” de dosyaya eklendi.

O gece Arin, demir parmaklıkların ardında bir tahta yatağa uzandı. Uyuyamadı. İçinde, kendiyle bile paylaşamadığı bir direniş vardı. Bir savaş daha başlamıştı. Ama bu kez düşman duvarların içindeydi.


Roman – Bölüm 60: Sınırda Yaşamak

Zabela Cezaevi’nin demir kapısı kapandığında, Arin’in arkasında kalan sadece özgürlük değildi. Artık zaman da başka akıyordu.

İçeri adımını attığında önce tavanı inceledi. Tavandaki paslı demir kirişler sanki yılların acısını taşıyordu. Sessizlik, içerideki en güçlü sesti. Hücresinde yalnızdı. Ne konuşan vardı ne de bakan. Ama biliyordu: herkes onu izliyordu.

Silah kaçakçılığı yaptığı bilgisi içeride kulaktan kulağa yayılmıştı. Arin artık sadece yeni bir mahkum değildi. O, içerideki dengeyi bozabilecek potansiyel bir güçtü.

İlk gece ranzasına uzanırken gözlerini kapatamadı. Tavanı izleyerek geçirdi saatleri. Cezaevlerinde zaman, dışarının üç katı daha yavaş akar. Her dakika, geçmişin ağırlığını daha çok hissettirir.

Ertesi gün koridorda ağır adımlarla yürürken gardiyanlardan biri yanaştı:

“Burada düzgün durursan sana karışmazlar. Ama eğer karışan olursa… önce biz duyarız.”

Bu bir uyarı mıydı, yoksa teklif mi? Anlamadı. Anlaması da gerekmedi. Cezaevinde her kelime aynı anda hem tehdit, hem davet, hem de imtihandı.

Üçüncü gün kantine çıkarken iki mahkum arasından geçerken biri yere bozuk para bıraktı. Bu, cezaevinin en eski mesajlarından biriydi:

“Seni satın aldık.”

Arin eğilmedi. Ne paraya baktı, ne yüzlere.

Ama ertesi sabah, gardiyanın masasının önünde durdu. Parayı cebinden çıkarıp masaya bıraktı:

“Bu, dün gece biri tarafından düşürülmüş olabilir. İade edin.”

Gardiyan kaşlarını kaldırdı. “Ne yaptığının farkında mısın?” der gibi baktı. Arin ise sadece arkasını döndü.

İçeride bir fısıltı yayıldı:

“Satılamayan geldi…”

Bir mahkumun dediği gibi;

“Bu duvarların içinde ya satarsın, ya da satılırsın. Ama eğer hiçbirine dahil olmazsan… seni izlerler. Hep.”

Cezaevi artık Arin’i konuşuyordu. Kimi korkuyordu, kimi merak ediyordu. Ama kimse onu görmezden gelemiyordu.

Çünkü o artık yalnızca bir tutuklu değildi.

Gölgedeki bir gücün taşıyıcısıydı.


Roman – Bölüm 61: Volta Arasında Fısıldananlar

Cezaevinin gerçekleri, kapıdan ilk girdiğin andan itibaren başlar. Gardiyanlar, tıpkı eve gelen bir misafir gibi önce kuralları belirlemek isterler ve senin buna nasıl uyum sağlayacağını gözlemlerler. İlk başta adaletli ve eşit davranıyor gibi görünürler. Mahkûmlar ise avluda volta atarken, kantin sırasında beklerken ya da geceleri koğuş içinde kendi aralarında kumar oynarken Arin hakkında bildiklerini fısıltıyla birbirine aktarıyorlardı.

Ancak kimse onun üstüne gitmek istemiyordu. Silah ticareti yapan insanlar, dışarıda ciddi anlamda güçlü çevrelere sahiptir. Ailelerine zarar gelir korkusuyla, genelde bu tip insanlara yaklaşılmaz. Ama yine de diş geçirmek isteyenler her zaman olur.

O gün 72 numaralı koğuşta bulunan Polonyalı mafyanın lideri, “Artık tanışma zamanı geldi,” dedi.

Arin, daha önce böyle kalabalık cezaevi ortamlarında pek bulunmamıştı. Ancak kaybedecek bir şeyi olmadığını da biliyordu. Akşam sayımından sonra Polonyalılar 69 numaralı koğuşa geldiler.

Liderleri elini uzattı, “Ben Aleksander Radek,” dedi.

“Arin,” diye karşılık verdi.

Aleksander’in arkasında beş kişi daha vardı. Arin oturacakları yeri işaret etti, “Buyurun.”

Diğerleri yeni oturmuştu ki Arin, birinin belinde gizli bir bıçak olduğunu fark etti. Gerilim sessizliğe yayılmıştı. Çaylar getirildi. Kimse konuşmuyordu, bakışlar birbiriyle kilitlenmişti.

Sessizliği ev sahibi bozdu.

“Sizi daha erken bekliyordum,” dedi Arin.

Polonyalı biraz afalladı ama hemen toparlandı.

“Evet, daha önceden gelecektik. Fakat alışma süresi… Cezaevinin ilk günleri zordur. Geçirmeni istedik.”

“Eyvallah,” dedi Arin.

Kalktılar. Aleksander koğuşlarına davet etti. Arin, “Olur, gelirim,” dedi.

Gece saat 02.00’de Arin birden uyanıverdi. Cezaevinde öyle lüksler yoktu; ışığı açmak, sigara yakmak, kitap okumak gibi.

Koğuş, Chanel ya da Dior değil, yıkanmamış çorap ve terli ayakkabı kokuyordu. Yanık biber gibi bir hava sinmişti her yere. Görüşmeye giden acemi bir kız gibi üstüne bir bidon parfüm boşaltmıştı da herkes kaçıyordu sanki.

Koridordaki ışık, parmaklık aralarından çizgi çizgi içeriye süzülüyordu. Neden uyandığını bilmiyordu ama uyanmıştı.

Sessizce sobanın yanından geçerek lavaboya gitti. Dönüşte, birinin Türkçe ağladığını duydu. İlk başta duymazdan geldi, fakat içindeki merhamet ağır bastı. Sessizce yaklaştı.

“İyi geceler,” dedi.

Adam kendini toparlayarak şaşkınlıkla baktı.

“Siz Türkçe mi konuştunuz? Yoksa ben mi yanlış duydum?”

“Doğru duydun. Zât-ı âlinizi tenzih ederim,” dedi Arin esprili bir şekilde. “İyi Türkçe konuşurum.”

Yanına çöktü. Adam gözyaşlarını silerek,

“Ben Welat,” dedi.

“Arin,” dedi, elini uzattı. “Memnun oldum.”

Arin bir sigara uzattı. Welat yaktıktan sonra konuştu:

“Seni daha önce gördüm ama Türk olduğunu bilmiyordum. İsmin farklı geldi.”

Arin gülümseyerek cevapladı:

“Sırbistan’da cezaevindeyiz, gece bu koridorda birbirimizi bulmamız tuhaf değil de… ismim mi tuhaf geldi?”

İkisi de güldü. Welat, “Yan koğuştayım,” dedi.

“Olur,” dedi Arin, “yarın uzun uzun konuşuruz.”

Arin tam dönüp gidecekti ki Welat tekrar seslendi:

“Bugün seni ziyarete gelenler var ya… Sen onları ziyaret etmeden önce seni öldürmeyi deneyecekler.”

Arin durdu. “Yaşadın mı zannediyorsun?” diye sordu. Sonra hiçbir şey demeden yatağına uzandı.

Ve sabah, koğuştaki kargaşayla uyandı
Roman – Bölüm 62: Zincirleri Kıran Gece

Koğuşlar sessizliğe bürünmüştü. Gece yarısı yaklaşırken Arin, 72 numaralı koğuşa doğru yürüyordu. Polonyalı mafya lideri Marko’yla yüzleşmek istiyordu. Kapının önünde duran gardiyan, sadece gözleriyle onay verdi. Arin içeri girdiğinde herkes onu bekliyormuş gibiydi. Marko ayağa kalktı, elini uzattı. Gözlerinde hem saygı, hem tehdit vardı.

“Seni takdir ettim,” dedi Marko. “Ama biz burada öyle kolay kabullenmeyiz.”

Arin gülümsedi, “Kabullenmeye değil, anlamaya geldim,” dedi.

Bu söz üzerine ortam yumuşadı. Birkaç kelime daha edildi. Arin ayrıldı. Fakat herkesin gölgesi aynı fikirde değildi.

Gece 02.40.

Koğuş karanlık. Sadece dış koridordan süzülen ışık, gri çizgiler gibi duvarlara yansıyordu. Arin, uykuya yeni dalmıştı ki… çelik bir ses kapıyı zorladı. Üç kişi girdi sessizce. Ellerinde bıçaklar, bezle sarılmış yüzler.

İlk darbeyi sezdiğinde doğrulmak üzereydi. Ama çok geçti. Omzuna bir darbe aldı, ardından karnına…

Ama Arin pes etmedi.

Yatak altına sakladığı metal çubuğu çıkardı. İlk saldırganın koluna darbe indirdi. İkinciyi yere savurdu. Üçüncüyle boğuşma esnasında göğsüne darbe aldı ama onu da yaraladı.

Alarm sesi yükseldi. Gardiyanlar geldiğinde yerde kan vardı. Saldırganlardan biri baygın, diğeri inliyordu. Arin zor nefes alıyordu. Acilen hastaneye kaldırıldı.

Hastane. Sabah 07:30.

Arin, gözlerini açtığında başında bir polis vardı. Sedyede yatıyordu. Vücudu sargılarla doluydu. Ama içi daha huzurluydu. Çünkü hayattaydı.

Aynı saatlerde cezaevine bir haber ulaştı:

Polonyalı mafya lideri Marko’nun ailesinden dört kişi, Polonya’da uğradıkları silahlı saldırıda ağır yaralanmıştı. Fail bilinmiyordu.

Marko haberi alınca, gözleri kıpkırmızı kesildi. O gece saldırı emrini kendisinin verdiğini sadece o biliyordu. Ama artık cezaevindeki dengeler değişmişti. Arin’i hafife almıştı.

Cezaevine Dönüş – Günler Sonra

Arin koğuşuna döndüğünde artık herkes farklı bakıyordu ona. Yardım ettiği parasızlar, hasta olanlar, kantinden alışveriş yapamayanlar… hepsi bir bir minnetle yaklaşıyordu. Bir mahkum şöyle dedi:

“Parası olan çok geldi bu koğuşa… Ama kalbi olan ilk sensin.”

Kumar batağında kaybolanları uyardı, hasta olanlara ilaç aldı, kantin kuyruğunda ezilenlere destek oldu. Artık yalnız bir mahkum değil, bir önderdi. Ve tam o günün gecesi… kapısı tekrar açıldı.

Gardiyan sessizce fısıldadı:Ziyaretçin var.”
Roman – Bölüm 63: Camların Ardında Unutulanlar

Arin başını kaldırdı. Sessizce kalktı, üstünü düzeltti. Koridordan geçerken kimsenin gözünün içine bakmadı. Her adımda, ayaklarının altında geçmişin yankısı dolaşıyordu. Cezaevinin duvarları arasında değil; kendi içinde bir zindanda yürüyordu sanki.

Ziyaretçi odasına girdiğinde karşısında sivil giyimli, avukat kılıklı bir adam vardı. Gözlüklerini hafifçe aşağı indirdi, Arin’e dikkatlice baktı. Ardından dosyayı açmadan konuştu:

— “Yakında mahkemeye çıkacaksın. Serbest kalma ihtimalin yüksek.”

Arin kaşlarını bile kaldırmadan cevapladı:

— “Bu duvarlar dört yıl mı, dört dakika mı… fark etmez. Ceza dışarıda başlıyorsa içeride neyin özgürlüğü?”

Adam gülümsedi, sonra bir dosyayı masaya koydu. Kısa bir duraksamadan sonra gözlerinin içine baktı:

— “Aslında bunu sana söylemeyecektik… Ama mahkemeden önce bilmen gerek.”

— “O aradığın kişi vardı ya… Peri Kızı… Seni ihbar eden oydu.”

Zaman bir anda ağırlaştı. Hava kalınlaştı. Arin hiçbir tepki vermedi. Ne göz kırptı, ne başını çevirdi. Sadece dudaklarında beliren o solgun tebessüm vardı:

— “Aşk, bazılarına merhem olur… bazılarına ise kelepçe.”

Ziyaret sona erdiğinde Arin avluya çıktı. Mahkûmlar onu izliyordu ama hiçbiri konuşmuyordu. Arin başını gökyüzüne kaldırdı. Ve orada, avlunun ortasında tek başına bir şiir okudu:

**“Demirden yapılmaz her hapishane,

Bazısı bir bedende, bazısı bir kadında gizlidir.

Kimi, yokluğu zindan zanneder;

Kimi, varlıkla da zincire vurulur.

Gözyaşıyla açılmaz her kapı,

Ama bazen bir bakış, kilitten daha ağırdır.

Özgürlük…

Sadece gökyüzüne değil, içe yürüyebilenlerin hakkıdır.”** Ve birkaç gün sonra…

Mahkeme günü geldi. Arin ağır adımlarla salona girdi. Dosya zayıftı, deliller eksikti. Sessizce akan bir adalet havası vardı salonda. Herkes susuyordu, sadece kalemler konuşuyordu.

Hâkim gözlüğünü çıkardı. Son kez dosyaya baktı. Ve kararını açıkladı:

— “Tutukluluk hâlinin sona ermesine, şahsın derhal serbest bırakılmasına…”

Ve Arin yürüyerek dışarı çıktı.

Ama içinde hâlâ kapanmayan bir kapı vardı.

Kimi özgürlük dışarıda başlardı, kimisi hâlâ içerideydi…var

Roman – Bölüm 64: Kırık Zamanların Eşiği

Serbest bırakıldıktan sonra Arin, mahkeme salonundan çıkarken hiçbir şey olmamış gibi yürüyemedi. Ayaklarının altında dünya değil, yılların kırık hatıraları vardı.

Cezaevinden ayrılırken kimse ona uğurlayıcı bir bakış atmamıştı. Sadece Welat… uzak bir köşede, demir parmaklıkların ardından başıyla küçük bir selam vermişti. Arin karşılık verdi. O an ikisi de biliyordu: Bu selam, hayatta kalana verilen bir veda değil, hayatta kalanla kalamayanın farkına verilen bir işaretti.

Sokakta ilk adımını attığında yüzüne çarpan rüzgâr, özgürlüğün bile keskin bir yüzü olduğunu hatırlattı.

Bir taksiye bindi. Gidecek bir yeri yoktu, sadece şöyle dedi:

— “Beni bir istasyona götür. Fark etmez.”

Yolda, ellerini dizlerine koydu. Cezaevi kapısının kapanış sesi hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Ama artık o sesin hükmü kalmamıştı. Vardığı istasyonda trenleri izledi. Uzaklaşan demiryolu çizgileri gibi, kendi geçmişini de aklından uzaklaştırmaya çalıştı.

Dışarıda geceydi. Ama kafasının içi sabah kadar kalabalıktı.

Cebinde hâlâ pasaportu vardı. Rusya’da eline verilen diplomatik belgelere dair bilgi kırıntıları, Almanya’dan aldığı uyarılar ve Zürih’te açılan hesap…

Yeni bir yol haritası gerekiyordu.

Tren istasyonundaki kafeye geçti. Garsona sade bir kahve söyledi. Bir yudum aldıktan sonra cebinden küçük bir not defteri çıkardı. Sadece bir cümle yazdı:

“Gidecek yerin yoksa… her yer seni kovalar.”

Gözlerini kapattı. Kafasında bir yüz canlandı: Peri Kızı.

O an tek bir şey anladı:

Kapanmayan hesaplar, hiçbir zaman silinmez.

Ve bazı aşklar… ya bir kurşun olur, ya da bir pusula.

Daha önce kaldığı otele gitmek istemişti.

Nikola Tesla Havalimanı’nın hemen yanındaki otel, ona garip bir şekilde güven veriyordu. İçinde tuhaf bir huzur hissi oluşmuştu. Otelin karşısındaki benzinliğe geçip kendine bir sigara aldı. Dışarı çıktı, sigarasını yaktı ve ekibini aradı:

— “Beni sabaha karşı bu otelden alın,” dedi.

Ardından otele giriş yaptı. Kayıt işlemlerinden sonra odasına çıktı. Doğruca duşa girdi ve bitkin bir şekilde yatağa uzanıp derin bir uykuya daldı.Roman –

Bölüm 66: Kadehte Saklı Yemin

Mercedes ağır ağır Türkiye sınır kapısına yanaştığında gece hâlâ uykudaydı. Araç durdu, cam indirildi. Sınır polisi klasik bir tonla:

— “Hoş geldiniz,” dedi.

Direksiyondaki adam “Hoş bulduk,” diyerek pasaportları uzattı.

Polis belgeleri kontrol ederken kaşlarını çattı:

— “Arin Bey… sistemde görünene göre 90 günden fazla yurtdışında kalmışsınız. Bu durum kanunen izinsiz ikamet olarak geçiyor. Hakkınızda işlem başlatmam gerekiyor. Yanınızda bir adres kaydınız varsa…”

Arin başını kaldırdı, gözlerini polisle buluşturdu:

— “Gümrük memuru… Gümrük memuru, ev sahibine ‘neredeydin’ diye sorulmaz. Burası benim evim. İstediğim zaman giderim, istediğim zaman dönerim. Herhangi bir arama kararım var mı?”

— “Hayır.”

— “O zaman sorun da yok. Ama ille de nerede kaldığımı merak ediyorsan, bir kahve söyle de oturup anlatayım. Hatta arkamızdaki kuyrukta bekleyenler de bize bol bol küfür etsin. Neyin peşindesin sen kardeşim? Ülkeye geldik mi? Geldik. Aramam yoksa bırak da işimize gücümüze bakalım. Bir de seninle mi uğraşacağız?”

Genç polis yüzünü buruşturdu:

— “Acemiyle değil, benimle konuşuyorsun,” dedi.

Arin kaşlarını kaldırmadan cevap verdi:

— “Ömür boyu susmayı mı tercih edersin?”Polis bu cümleyi tehdit olarak algıladı. Hemen masanın altındaki düğmeye bastı. Etraftan polisler arabanın çevresini sardı. Bir tanesi – genç, hırslı, ama toy – Arin’in yanına yaklaşıp sesini yükseltti:

— “Sen kimsin lan? Tehdit mi ediyorsun polisi?”

Sonra bir yumruk savurdu. Ama boy farkı hesaba katılmamıştı. Arin hızla hareket edip karın boşluğuna bir yumruk indirdi. Genç polis sendeleyerek geri çekildi ve belindeki silahı çıkardı.

Arin hiç irkilmedi:

— “Ben kolay kolay kimseyi tehdit etmem. Ama öyle bir niyetim olsaydı… o silah şu an kafana boşalırdı.”

Kıdemli bir polis araya girdi, yumuşak ama kararlı bir sesle:

— “Sakin olun. Rica ediyorum.”

Arin nefesini tuttu, sonra başını çevirip kibar ama sitemkâr bir tonda devam etti:

— “İstediğim zaman gider, istediğim zaman dönerim. Bunun için kimseye hesap vermem. Bu ülkede herhangi bir aramam yok. Ama siz, sırf bir tarikata ya da partiye yakınsınız diye, anaokulu mezununu gümrük memuru yaparsanız… böyle saçmalıklarla uğraşırsınız. Burası ülkenin ilk yüzü. Buradaki samimiyet, ülkenin devamını temsil eder.”

Kıdemli polisin hoşuna gitmişti bu sözler. Hafif gülümsedi:

— “Tamam kardeşim, bırak memuru. Silahını da ver.”

Arin memurun kolunu yavaşça bıraktı, silahı da tutuş yerinden uzattı. Ama uzatırken gözlerinin içine bakarak şunları söyledi:

— “Beline taktığın silahı bana doğrulttuğun için… günün birinde bu üniformayı çıkardıktan sonra, aynı şey sana da yapılır. Unutma. Ne yaparsan, onu görürsün. Ve ekmeğini yediğin millete böyle davranmak… hiçbir devlet memuruna yakışmaz. Ben, evimde rahat uyuyorsam, sizin sayenizde. Ve her duamda da size dua ediyorum. Karşılığı bu olmamalıydı.”

O an hiçbir polis konuşmadı. Sessizlik içinde, genç polis Arin’e döndü. Gözleri buğuluydu, kırılmıştı. Samimiyetle:

— “Abi… kusura bakma,” dedi.

Arin yanına yürüdü. Polis tedirgin oldu ama Arin kollarını açıp ona sarıldı. Gerçekten samimi bir özür, gerçek bir karşılıktı.

Pasaportlara damga vuruldu. Belgeler teslim edildi.Arin, İstanbul’a uğramadan direk Bursa’ya geçti.

Akşam saatlerinde Arap Şükrü sokağına giren Mercedes, kalabalığın arasından zarifçe süzüldü. İçerisi gürültülüydü. Rakı sesleri, kahkahalar, meze tabakları, fonda eski bir Zeki Müren…

Mekana girerken Arin’in önünü iki adamı açtı. Masaya yalnız oturmadı. Çünkü o artık sıradan biri değil,. Silah ticaretini yöneten bir adam, yeraltının sessiz hareket eden biriydi

Loş bir köşedeki masaya geçtiler. Arin koltuğuna oturdu. Masasına birkaç meze geldi, yarım şişe rakı bırakıldı. Henüz ilk yudumu almıştı ki, iki kadın yan masadan göz göze gelip gülümseyerek yaklaştılar. Güzellerdi, alımlılardı, ama konuşmadılar. Sadece Arin’in izniyle masaya oturdular.

Arin hafif başını salladı. Sessiz bir onaydı bu.

Birkaç yudum sonra gözlerini kadehe dikip mırıldandı:

“Aldılar kalbimi,

bir mendile sardılar.

Bir kadının ihanetine,

bir devletin susuşuna yazdılar.”

“Ve ben…

Hiçbir yere ait olmayacak kadar büyük,

Herkesin gölgesine sığmayacak kadar kırık kaldım.”

“İçiyorum.

Çünkü içimdekiler, susmakla zehirleniyor.”

Kadınlar susuyordu. Arin rakısını bitirdi. Saat gece yarısını geçerken, hafif baş işaretiyle kalktı. Adamları kapıyı açtı. Arin otele geçti. Lobi sessizdi. Gözleriyle etrafı süzdü.

Asansöre bindi. Odaya girdi. Ceketini çıkardı, silahını masaya bıraktı. Yatağa oturdu, sonra yavaşça uzandı. Gözleri tavanda…

“Artık kimseden korkmuyorum,” diye mırıldandı.

“Çünkü beni öldürenler, zaten içimde gömülü.”

Ve o gece, Arin sadece uyumadı.

Bütün ihtimalleri susturdu.

Roman – Bölüm 67: Sessizlikten Önceki Yankı

Sabah saat 07:12.

Otelin 11. katında, Arin gözlerini tavana dikerek uyandı.

Oda sessizdi. Ama içi, bir savaş alanı gibi gürültülüydü.

Uyanmak, sadece göz açmak değildi artık onun için. Her uyanış bir plan, her nefes bir stratejiydi.

Yavaşça yataktan kalktı.

Ceketi dün akşamki gibi sandalyenin arkasında, silahı hâlâ komodinin üstündeydi. Yanına yaklaştı, silahı eline aldı, susturucusunu kontrol etti, yerine bıraktı.

Yüzünü yıkamak için banyoya geçti. Soğuk suyu avuçladığında aynadaki yansımasına baktı.

Karşısındaki adam; artık sadece bir adam değildi.

O bir gölgeydi.

Ve o gölgeden korkmayan hiçbir sistem uzun süre ayakta kalamazdı.

Üzerini giyindi. Gri takım elbisesini ilikledi. Kravat takmadı.

Yatağın ucuna oturdu. Duvardaki saate bir kez baktı.

Sonra telefonu eline aldı, ekranı kaydırdı.

Mesaj yoktu. Araması yoktu.

Çünkü kimse onun nerede olduğunu bilmiyordu.

Ve öyle kalmalıydı.

Birkaç saniye durdu, ardından sadece tek bir cümle mırıldandı:

— “Bugün kimin geleceğini bilmeyenler, yarın neyin içinde kaldıklarını anlayamaz.”

Kapıya yöneldi.

Adamları koridorda bekliyordu. Otelin sessizliği, onun adımlarında yankılandı.

Asansöre bindi.

Aşağı indi. Kapıda siyah Mercedes hazırdı. Kapı açıldı, Arin bindi.

Motor çalıştı. Şoför dikiz aynasından göz ucuyla baktı:

— “Nereye gidiyoruz efendim?”

Arin gözünü dışarı çevirdi.

— “Silah nerede satılıyorsa… oraya.”

Ve o sabah…

Bir adam uyanmadı.

Bir pazar uyandı.
Roman – Bölüm 68: Kurşunla Beslenen Umutlar

Karadeniz kıyısına bakan eski bir liman…

Sabah güneşi hâlâ yükselmemişti.

Deniz gri, hava keskin, insanlar sessizdi.

Arin, çamurla karışık toprak yoldan, siyah Mercedes’le ağır ağır geçiyordu.

Yanında oturan adamın adı Mahir’di. Saçları kırlaşmış, sesi tok, elleri nasırlıydı.

Yıllardır bu işin içindeydi. Silah pazarının altını üstünü bilen, hem devlete hem yer altına çalışmış eski bir kurttu.

Ama artık Arin’e çalışıyordu.

Çünkü güç, artık gölgedeydi.

— “Türkiye’nin iç pazarı karmaşıktır,” dedi Mahir.

— “Bölgeler farklı işler. Karadeniz üretir. Doğu sınırdan getirir. İç Anadolu depolar. Batı dağıtır.

Ama her yerde ortak olan tek şey vardır: silah, çaresizlikle beslenir.”

Arin gözünü kırpmadan dinliyordu.

Mahir devam etti:

— “Garibanlar ilk önce sopa taşır, sonra bıçak… Ama bir gün biri gelir ve der ki:

‘Bak bu tabanca… bir ev kirasından ucuz.’

Ve işte o gün… silah, sadece güç değil, çıkış olur.”

Bir gecekondu mahallesine girdiler.

Arin arka koltukta, camı yarıya kadar açık.

Dışarıda, köhne bir kahvehanede oturan üç adamın bakışlarıyla buluştu.

Mahir sessizce fısıldadı:

— “Bunlar, silahı parça parça alanlar. Önce şarjör. Sonra gövde. En son namlu. Çünkü hepsini bir anda almaya paraları yetmiyor.

Ama tüccarlar bunu bilir… parçayı parça satan sistem, çaresizliği sermaye yapar.”

Aynı gün öğle saatlerinde, Arin bir depoya girdi.

İçeride on kadar silah vardı. Cephanelik değil, ama her biri izsiz, ruhsatsız, kayıtsızdı.

Tetikler sessiz, mekanizmalar yağlıydı.

Mahir başını çevirip sordu:

— “Piyasaya hangi isimle çıkmak istersin?”

Arin cevap vermedi.

Elini cebine attı, susturuculu bir tabanca çıkardı.

Sessizce mermiyi sürüp tabancayı Mahir’in eline uzattı.

— “İsimle değil, izle çıkacağız.

Adımı kimse bilmeyecek. Ama silahların dili… beni anlatacak.”

O akşam Türkiye’deki en ucuz silah, Arin’in sisteminden piyasaya verildi.

Fiyat diğerlerinin üçte biriydi.

İsmi yoktu. Ama sesi vardı.

Ve sesi çıkan her silahta artık Arin’in gölgesi vardı.

Kurşun sadece öldürmez…

Bazen yaşamak için tek seçenek gibi görünür.

Ama o seçenekten zengin olanlar…

Asla tetiği çekmez.

Ve Arin, o gün itibariyle

tetiği çektirmeye başlayan adamdı.

Roman – Bölüm 69: Kurşunla Kazanılan, Kalple Harcanan

Arin artık milyarlarla oynuyordu.

Silah piyasasında adı yoktu ama sesi vardı.

Türkiye’nin dört bir yanına yayılan sessiz bir ağ, onun kurduğu sistemle işlemeye başlamıştı.

Ama o, bu paranın tek bir kuruşunu ailesine göndermedi.

Bir babayı zengin etmek için değil, bir ülkenin pisliğini temizlemek için kazanıyordu.

Çünkü onun için paranın değeri, kimden alındığı ve kime dokunduğuydu.

Karadeniz’in kıyısındaki eski bir balıkçı kasabasına gece baskını yapıldı.

Hedef: Sahte balıkçı tekneleriyle ülkeye uyuşturucu sokan bir çeteydi.

Ama o gece operasyon polisle yapılmadı.

Arin, kendi kurduğu ekiple, kendi istihbaratıyla, tek kurşun atmadan girdi.

Adamları çeteyi bağladı.

Uçaksavar kasasından çıkan çantada 6.5 milyon euro vardı.

Mahir sordu:

— “Ne yapıyoruz bu parayla?”

Arin soğuk bir sesle yanıtladı:

— “Yakanın içi değil, insanın içi temiz olacak.

Bu para, İstanbul’da uyuşturucudan ailesi dağılmış her evin önüne bir koli erzak olarak gidecek.

Ama afiş yok. İmza yok.

Sadece ‘biri düşünmüş’ denilsin yeter.”

Aynı gün…

İzmir’in arka sokaklarında, 21 yaşında bir genç geldi Arin’in dağıtımcılarının yanına.

Üzerinde eski bir mont, gözlerinde uykusuzluk.

Cebindeki para, sadece bir tabanca edecek kadar.

Geldi, susturuculu bir silah istedi.

Görevli adama işaret etti. Genç içeri alındı.

Arin oradaydı.

— “Ne yapacaksın bu silahla?” diye sordu.

Genç irkildi. Gözlerini kaçırdı.

— “Bir meseleye karıştım… kız meselesi. Dayı bu şerefsizi vurmazsam kendimi bitmiş sayarım,” dedi.

Arin sessizce koltuğuna oturdu. Önündeki çekmeceyi açtı. Silahı alıp masaya koydu.

Ama parmağını tetiğe değil, gencin kalbine çevirdi:

— “Bak… Bu tabanca senin değil, senin hayatını bitirecek bir başkasının.

Şerefsiz dediğin adam… ya haklıysa?

Ya senin şu an düşündüğün şey, üç gün sonra sana saçma gelirse?

Ve ya… öldüremezsen?”

Genç başını eğdi. Dudakları titredi.

Arin eğildi, göz hizasına indi:

— “Delikanlılık tetiğe basmakla olmaz.

Delikanlılık, elindeki silahı yere koyup yürümekle olur.”

Genç gözyaşlarını tutamadı.

Arin cebinden bir zarf çıkardı. İçinde yirmi bin TL vardı.

— “Git aileni al. Başka bir şehirde yeni bir hayat kur.

Bu kurşun seni değil, aileni vururdu.

Şimdi seç… adam olmak mı, katil olmak mı?”

Genç silaha bakmadı bile.

Zarfı aldı, başını eğdi, çıktı.

Kapı kapanınca Mahir sessizce mırıldandı:

— “Bütün ülke senin gibi düşünseydi…”

Arin başını kaldırmadan yanıtladı:

— “Benim gibiler…

çok düşündüğü için bu ülke böyle oldu zaten.”

O gece, Arin İstanbul’un üstüne çöken karanlıkta, kendi ofisinde yalnız oturdu.

Camdan dışarı bakarken bir harita gibi açılan şehirde, her ışığın ardında bir hikâye olduğunu biliyordu.

Ama onun hikâyesi,

ne kitaplara sığacaktı…

ne de kahramanlara yakışacaktı.

Çünkü Arin, kötülükle iyiliğin arasındaki en ince çizgide yürüyen bir adamdı.

Ve bazen o çizgi… bir tetiğin inceliğindeydi.

Roman – Bölüm 70: Tetiği Bırak, Düzeni Kur

Bir ofis odası.

Gecenin kör karanlığı, pencereden içeri süzülüyor.

Arin yalnız.

Masanın üstünde bir dosya. İçinde: fabrikaya ait proje çizimleri, üretim izin belgeleri, güvenlik planlamaları, ruhsat başvuru formları… Hepsi tamam. Eksiksiz.

Ama tek bir şey eksik:

Devletin izni.

Telefon çaldı. Arin cevapladı.

Karşıdaki ses netti:

— “Red yediniz. Gerekçe: kamu güvenliği, iç tehdit, bölgesel hassasiyet…”

Söz bitti. Hat kapandı.

Arin telefonu usulca masaya bıraktı.

Yavaşça arkasına yaslandı. Gözlerini tavana dikti.

“Bugün oturdum ölümü düşündüm…”

diye mırıldandı kendi kendine.

“Bir darağacında ya da yolda yürürken…

Bugün oturdum ölümü düşündüm…

Yirmi yaşında ve hayat bu kadar güzelken.”

Bir an sustu.

Sonra masasındaki dosyayı yavaşça kapattı. Kalemini kaldırdı ve bir not yazdı:

“Artık veda bile etmiyor insanlar, yazmayınca bitiyor.

Yazmadım diye özlemediğimi sanma…

İnsan bazen koşmak istediği yere, adım bile atamıyor.”

Elini alnına götürdü.

Sonra defterin kenarına son bir cümle daha yazdı:

“Seninle olan savaşım bitti. Hoşçakal…”

Bir hafta sonra.

Türkiye’deki tüm yeraltı silah satıcıları, yeni bir sistemle tanıştı.

Artık dağıtım Mahir’in değil, daha büyük bir gölgenin elindeydi.

Fabrikası yoktu. Ama üretimi vardı.

Ruhsatı yoktu. Ama piyasası vardı.

Devletin resmi “hayır” dediği yere, halkın sessiz “evet”i yayılmıştı.

Ve Arin o gece, adamlarına şu talimatı verdi:

— “Devlet bana silah üretme izni vermiyor.

Ama her gün binlerce silah sokaklarda geziyor.

Madem bu kadar silah giriyor içeri,

biri de çıkıp ‘kim getiriyor’ demiyor.

Ben de soruyorum:

Devlet bu kadar silahı görmezden gelirken, bana ne anlatıyor?”

İstanbul’un arka sokaklarında,

bir baba oğluna silah almak için gelir.

Parası az. Gözü karanlık.

Ama içeri girdiğinde karşısında Arin vardır.

Arin adamı bir sandalyeye oturtur ve sessizce bakar:

— “Niye?” diye sorar.

— “Komşuyla kavga ettik. Tehdit ediyorlar,” der adam.

Arin, cebinden bir sigara çıkarır. Yakmaz. Sadece parmaklarında çevirir.

Sonra gözlerini adamın gözlerine diker:

— “Bir çocuk korktu diye, tetiği mi çekmek gerek?

Bu işte her kurşun geri döner.

Sadece duvara saplanmaz;

vicdanına da saplanır.”

Sonra masasından bir zarf çıkarır.

“Git başka bir semte taşın.

Ben kiranı bir yıl ödeyeceğim.

Ama o çocuğa bir silah değil, bir hikaye bırak.

Çünkü bir baba, evini silahla değil,

kararıyla korur.”

Adam ağlamamak için başını eğdi.

Zarfı aldı.

Ve sessizce gitti.

O gece Arin camdan dışarı baktı.

Şehir sessizdi.

Ama içinde bir milyon ses dolaşıyordu.

Sonra içinden bir fısıltı duydu.

Can Yücel’in satırlarını hatırladı:

“Salak salak sahipleniyoruz insanları,

sonra onların hiçbir şeyi olmadığımızı anladığımız anda üzülüyoruz…”

Ve kendine şöyle dedi:

— “Ben hiçbir şeye sahip olmadım.

Ama herkesi kendimden korudum.

Sistemi değil,

vicdanı büyüttüm.”

Ve o gece…

Arin tetiğe basmadı.

Dosyayı açmadı.

Silah satmadı.

Sadece bir lambayı söndürdü.

Ve karanlıkta görünmez bir adam olarak

düzenin tam ortasında

kendi sessiz imparatorluğunu kurdu.

Roman bitti.sevgili okurlar okuduğunuz için Teşekkür etmiyorum, çünkü bu bir bitiş değil. Bu sadece gözlerinizi başka bir gölgeye alıştırma süreci.

Kalemden kalbe, saygılarımla.

KARAYAZI
Mevcut iktidarın Karayazı ilçesine olan ilgisizliği ve yetersiz yatırımları gerçekten hayal kırıklığı verici. Bu ilçe, yokluk ve haksızlıklarla boğuşan insanların yaşadığı bir yerdir ve iktidarın bu gerçekleri görmezden gelmesi tam bir skandaldır.

Karayazı halkı, ekonomik zorluklarla mücadele ederken, iktidarın çıkarları başka yerlere yönlendirildi. Bu ilçede insanlar geçim mücadelesi verirken, iktidarın keyfi harcamaları ve lüks yaşam tarzı gözler önündedir.

Yoksulluk Karayazı'nın en büyük sorunlarından biridir, ancak mevcut iktidar bunu görmezden gelerek, söylemde kalmaktadır. Sözde vaatler ve boş söylemlerle yetinmek yerine, somut adımlar atılmalıdır. İktidar, bu ilçedeki insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak ve adil bir yaşam standardı sağlamak için acil ve etkili önlemler almalıdır.

Haksızlıklar da Karayazı'da yaygın olarak görülmektedir ve bu iktidarın suçudur. Adalet duygusu çiğnenmiş, eşitlik ayaklar altına alınmıştır. İktidarın sadece kendi çıkarlarını korumak için hareket ettiği ve adaletin göz ardı edildiği bir ortamda, halk ne bekleyebilir?

Mevcut iktidar, Karayazı ilçesini görmezden gelerek, halkın çığlıklarını duymamayı tercih ediyor. Ancak unutmasınlar ki, halkın gücü ve sesi değişimi sağlayabilir. Karayazı halkı, bu adaletsizliklere karşı bir araya gelmeli, seslerini yükseltmeli ve değişim taleplerini gür bir şekilde dile getirmelidir.

Sonuç olarak, mevcut iktidarın Karayazı ilçesine olan ilgisizliği ve yetersiz yatırımları utanç vericidir. Karayazı halkı, bu haksızlıklara karşı direnmeli ve kendi haklarını savunmalıdır. İktidarın umursamazlığına meydan okuyarak, daha adil bir gelecek için mücadele etmelidir.

kendi kendime şöyle dedim Naim: "Biliyor musun, mevcut iktidarın yatırımlarıyla ilgili bir espri duydum. İşte şöyle: 'Mevcut iktidar yatırımları o kadar az ki, 'Yeter artık, sen de gelme!' diye yol tabelaları bile dikmişler.


İnsan Haklarının İhlal Edildiği ve Ekonomisi Zayıf Olan Bir Ülke: Durum Değerlendirmesi

Giriş:

İnsan hakları, tüm bireylerin doğuştan sahip olduğu temel haklar ve özgürlüklerdir. Ancak, maalesef bazı ülkelerde insan hakları ihlalleri yaşanabilmekte ve bu ihlallerin yaygınlığı, ülkenin ekonomik durumunu da etkileyebilmektedir. Bu yazıda, insan haklarının ihlal edildiği ve ekonomisi kötü olan bir ülkenin durumunu değerlendireceğiz.

Ana Bölüm:

İnsan hakları ihlallerinin yoğun olduğu ve ekonomisi zayıf olan bir ülke, hem içerideki toplumsal yapıyı bozabilir hem de uluslararası itibarını olumsuz etkileyebilir. İnsan hakları ihlalleri, temel hak ve özgürlüklerin keyfi olarak kısıtlanması, ifade özgürlüğünün engellenmesi, adil yargılanma hakkının ihlal edilmesi gibi durumları içerebilir.

Bu tür bir ülkede, genellikle toplumda adalet ve eşitlik duygusu zayıflar. İnsanlar haklarını koruma konusunda güvensizlik yaşarlar ve devletin gücü, bireylerin haklarını koruyamadığı düşüncesi yaygınlaşır. Bu durum, ülkedeki iç yatırımları ve girişimciliği olumsuz etkileyerek ekonomiyi zayıflatır.

İnsan hakları ihlalleri ve kötü ekonomik durum genellikle birbirini besleyen bir döngü oluşturur. Ekonomik sıkıntılar, toplumda sosyal gerilimleri artırır ve insan haklarının daha da ihlal edilmesine yol açabilir. Bunun sonucunda, yatırımcılar ve uluslararası şirketler, insan haklarına saygı gösterilmeyen bir ülkede faaliyet göstermekten kaçınabilir ve dış yatırımlar azalır.

Bu tür bir ülkede yoksulluk, işsizlik ve sosyal eşitsizlik yaygın olabilir. İnsanlar ekonomik güvenceye sahip olmadıkları için temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanır. Eğitim, sağlık hizmetleri ve altyapı gibi önemli alanlara yeterli yatırım yapılamaz, bu da toplumun genel refahını olumsuz etkiler.

Sonuç

İnsan haklarının ihlal edildiği ve ekonomisi kötü olan bir ülkenin durumu oldukça karmaşık ve sorunlu bir tabloyu ortaya koyar. İnsan hakları ihlalleri, toplumsal huzursuzlukları artırırken, ekonomik zorluklar da sosyal adaleti ve refahı engeller. Bu tür bir ülkenin ilerlemesi için, insan haklarına saygıyı teşvik etmek, adaleti sağlamak ve ekonomik kalkınmayı desteklemek önemli adımlardır. Uluslararası toplumun da bu ülkelerin sorunlarına dikkat çekmesi ve yardım elini uzatması gerekmektedir. Ancak, gerçek bir değişim için, içeride ve dışarıda yapılacak uzun vadeli çabaların bir araya gelmesi kaçınılmazdır.


Kalemden kalbe, saygılarımla.

Eğer Türkiye'yi inşa etme imkanım olsaydı, Naim şahin olarak nasıl bir ülke yapardım diye düşündüm

1. Demokratik Değerlere ve İnsan Haklarına Önem Veren Bir Ülke: İlk olarak, demokrasiyi ve insan haklarını temel alan bir yönetim sistemi oluştururduk. Özgürlükler, adalet ve katılımın ön planda olduğu bir demokratik sistem, bireylerin eşitlik, ifade özgürlüğü, adil yargılanma ve seçme-seçilme haklarına saygı gösteren bir ülkenin temelini oluştururdu.

2. Eğitime Yatırım Yapan Bir Ülke: Eğitim, toplumun gelişimi ve geleceği için kritik bir unsurdur. Eğitim sistemini güçlendirerek, nitelikli öğretmenler, çağdaş müfredatlar ve modern eğitim altyapısıyla donatılmış okullar sağlardık. Bilimsel ve teknolojik gelişmelere önem vererek, araştırma ve yenilikçiliği teşvik ederdik.

3. Sürdürülebilir Kalkınma ve Çevre Dostu Politikalar: Ekonomik büyümeyle birlikte çevre koruma ve sürdürülebilirlik ilkelerine de öncelik verirdik. Temiz enerji kaynaklarının kullanımını teşvik eder, doğal kaynakları etkili bir şekilde yönetir ve çevre dostu uygulamaları teşvik ederdik. Doğal güzelliklerimize ve biyoçeşitliliğimize sahip çıkar, çevre kirliliğiyle mücadele eder ve yeşil ekonomiye yönelik projelere destek sağlardık.

4. İnovasyon ve Girişimciliği Destekleyen Bir Ekosistem: Teknolojik yeniliklere odaklanarak, inovasyonu ve girişimciliği teşvik eder, Ar-Ge çalışmalarına önem verir ve girişimcilik ekosistemini güçlendirirdik. Yaratıcı düşünceyi teşvik eden politikalarla, girişimcilerin başarılı olmaları için gerekli altyapıyı sağlardık.

5. Çok Kültürlü ve Hoşgörülü Bir Toplum: Türkiye'nin tarihi ve coğrafi konumu, farklı kültürleri ve inançları bir araya getiren bir mozaik oluşturur. Bu çeşitliliği bir zenginlik olarak görerek, farklı kültürel değerlere, diller ve dinlere saygı gösteren bir toplum inşa ederdik. Hoşgörü, anlayış ve diyalog kültürünü yaygınlaştırır, toplumun birlikte yaşama ve işbirliği yapma yeteneğini güçlendirirdik.

6. Bilgi ve Teknoloji Odaklı Bir Ekonomi: Bilgi ve teknoloji çağında rekabet edebilmek için dijital dönüşümü hızlandırır, yüksek teknoloji üretimine yatırım yapar ve dijital altyapıyı güçlendirirdik. İşletmeleri destekler, girişimcileri teşvik eder ve uluslararası ticarette rekabetçi bir ülke olurduk.

Bu tabii ki sadece bir hayalî senaryo, ancak bu unsurları birleştirerek, ileriye dönük bir vizyon oluşturabilir ve Türkiye'nin potansiyelini maksimum düzeyde kullanabilirdik.

Kalemden kalbe, saygılarımla.

Ekonomik refahı artırmak için aşağıdaki unsurları dikkate alırdım:

1. İstikrarlı Bir Ekonomik Politika: Güvenilir ve istikrarlı bir ekonomik politika çerçevesi oluşturmak ekonomik refahın temelidir. Mali disiplini sağlamak, enflasyonu kontrol altında tutmak, makroekonomik istikrarı korumak ve yatırımcılara güven vermek için etkili politikalar geliştirirdim.

2. Yatırım ve İş Dostu Ortam: Yatırımları teşvik eden bir ortam oluşturmak ekonomik büyüme ve refah için kritik öneme sahiptir. Bürokrasiyi azaltır, iş yapma kolaylığı sağlar, yatırım teşvikleri sunar ve hukukun üstünlüğünü güçlendirirdim. Girişimciliği destekleyen politikalar ve altyapıyı geliştirmek, yeni iş fırsatlarının ortaya çıkmasını sağlardı.

3. Eğitim ve Yetenek Geliştirme: İnsan kaynaklarına yatırım yapmak, ekonomik refahın sürdürülebilirliği için önemlidir. Eğitim sistemini güçlendirerek nitelikli işgücünün yetişmesine katkıda bulunur, mesleki eğitimi destekler ve yenilikçiliği teşvik eden bir öğrenme ortamı oluştururdum. Ayrıca, yaşam boyu öğrenme ve beceri geliştirme fırsatlarını sağlamak da ekonomik refahı artırır.

4. Teknolojik İlerleme ve İnovasyon: Teknolojik gelişmelere odaklanmak ve inovasyonu teşvik etmek, ekonomik büyümeyi ve rekabet gücünü artırır. Ar-Ge çalışmalarına yatırım yapar, bilimsel ve teknolojik kapasiteyi güçlendirir, yenilikçi girişimlere destek verir ve endüstriyel dönüşümü teşvik ederdim.

5. Sektörel Diversifikasyon: Ekonomik refahı artırmak için sektörel çeşitliliği teşvik ederdim. İleri teknoloji, sanayi, tarım, turizm, sağlık, finans gibi farklı sektörlere yatırım yapar, ihracata yönelik üretim kapasitesini geliştirir ve rekabet avantajı sağlayan alanlara odaklanırdım.

6. Sosyal Koruma ve Kalkınma Programları: Ekonomik refahın tüm vatandaşlara ulaşması için sosyal koruma programları ve kalkınma projeleri hayata geçirirdim. Yoksullukla mücadele, gelir eşitsizliğini azaltma, sosyal yardımların etkin bir şekilde dağıtılması ve kapsayıcı bir sosyal güvenlik sisteminin oluşturulması önceliklerim arasında yer alırdı.

Bu önlemler ekonomik refahı artırma konusunda sadece birkaç örnektir. Ekonomik refahı sağlamak ve sürdürmek için çok yönlü bir yaklaşım gereklidir ve her durumun kendine özgü faktörleri bulunmaktadır.

Kalemden kalbe, saygılarımla.

insanlar başarısız olabilecekleri birçok farklı sebep nedeniyle karşılaşabilirler. İşte bazı yaygın nedenler:

1. Yetersiz planlama ve hedef belirleme: Başarılı olmak için belirli hedeflerin ve planların olması önemlidir. Eğer kişi yeterli bir planlama yapmaz veya hedefleri belirlerken gerçekçi olmazsa, başarısızlık daha olası hale gelebilir.

2. Motivasyon eksikliği: Başarılı olmak için motivasyon önemlidir. Eğer kişi yeterince motive olmaz veya ilgi duymadığı bir alanda çaba gösterirse, başarıya ulaşmak daha zor olabilir.

3. Yeteneksizlik veya beceri eksikliği: Başarı için gerekli olan becerileri veya yetenekleri geliştirmek önemlidir. Eğer kişi gerekli bilgi, beceri veya deneyime sahip değilse, başarısızlık riski artabilir.

4. Kötü zamanlama veya şanssızlık: Başarısızlık bazen kötü zamanlama veya şanssızlıkla ilişkilendirilebilir. İyi bir fikir veya projenin yanlış zamanda veya yanlış koşullarda geliştirilmesi, başarısızlıkla sonuçlanabilir.

5. Korku ve güvensizlik: Başarısızlık korkusu, bazı insanların risk almaktan veya yeni deneyimlerle karşılaşmaktan kaçınmasına neden olabilir. Korku ve güvensizlik duyguları, başarıya giden yolda engel oluşturabilir.

6. İletişim veya işbirliği eksikliği: Başarı genellikle insanlar arasındaki etkileşim ve işbirliğiyle elde edilir. İletişim veya işbirliği eksikliği, projelerin veya ilişkilerin başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açabilir.

Unutmayın ki başarısızlık normal bir yaşam deneyimidir ve birçok başarılı insan başarısızlıkla karşılaşmıştır. Başarısızlık, öğrenme ve büyüme fırsatı olarak görülebilir ve daha iyi sonuçlar elde etmek için gereken deneyim ve bilgiyi sağlayabilir.

Kalemden kalbe, saygılarımla.

Başarılı olmak için bir insanın aşağıdaki adımları izlemesi önemlidir:

1. Kendinizi tanıyın: Kendinizi anlamak, güçlü ve zayıf yönlerinizi, ilgi alanlarınızı ve değerlerinizi belirlemenizi sağlar. Bu, hedeflerinizi ve tutkularınızı daha iyi anlamanıza yardımcı olur.

2. Hedefler belirleyin: Başarılı olmak için net ve ölçülebilir hedefler belirlemek önemlidir. Hedefleriniz size ilham vermelidir ve sizi motive etmelidir. Hem kısa vadeli hem de uzun vadeli hedefler belirleyin.

3. Plan yapın ve aksiyon alın: Hedeflerinizi gerçekleştirmek için bir plan oluşturun. Planınızda adımları belirleyin, kaynakları organize edin ve zaman çizelgesi oluşturun. Ardından, planınıza uygun şekilde aksiyon alın.

4. Öğrenmeye devam edin: Kendinizi sürekli olarak geliştirmek, yeni bilgi ve beceriler edinmek önemlidir. Okumak, eğitim almak, deneyim kazanmak veya mentorlük aramak gibi yöntemlerle sürekli öğrenme fırsatları yaratın.

5. Disiplinli olun: Başarı için düzenli ve disiplinli çalışma alışkanlıkları oluşturun. Motivasyonunuz azaldığında bile hedeflerinize odaklanmak için kendinizi motive etmek ve disiplinli olmak önemlidir.

6. Risk alın ve deneyim kazanın: Başarı, zaman zaman risk almayı gerektirir. Yeni fırsatlar arayın, yenilikçi düşünün ve başarısızlıklardan ders çıkarın. Deneyimlerinizden öğrenin ve başarıya giden yolda yeni adımlar atmaktan korkmayın.

7. İletişim becerilerinizi geliştirin: İyi iletişim becerileri, işbirliği ve etkileşim için önemlidir. Başkalarıyla iyi iletişim kurun, etkili dinleyin ve fikirlerinizi açıkça ifade edin. İşbirliği yapmaktan kaçınmayın ve başkalarının yeteneklerinden yararlanın.

8. Olumlu bir zihniyet benimseyin: Olumlu bir zihniyet ve inanç, başarıya ulaşmanızı destekleyebilir. Kendinize güvenin, engelleri fırsatlara dönüştürmek için sorunları çözmek için çabalayın ve kendinizi pozitif bir şekilde motive edin.

Unutmayın, her insanın tanımı ve hedefleri başarı için farklı olabilir. Kendi değerlerinize ve ilgi alanlarınıza uygun bir şekilde başarıyı tanımlayın ve kendinize özgü bir yol çizin.

Kalemden kalbe, saygılarımla.

Her inançta ekonomik sorunlara değinmek oldukça geniş bir konu ve her inancın kendine özgü ekonomik zorlukları olabilir. Burada, dünya genelinde bazı inançların ekonomiyle ilgili karşılaşabileceği yaygın sorunları ele almaya çalışacağım. Ancak unutmayın ki bu genel bir bakıştır ve her inanç grubundaki bireyler arasında farklı deneyimler ve ekonomik durumlar olabilir.

1. Gelir Eşitsizliği: Birçok inançta, gelir eşitsizliği önemli bir sorundur. Zengin ve yoksul arasındaki uçurum, sosyal huzursuzluğa ve hoşgörüsüzlüğe yol açabilir.

2. İşsizlik: İnançlar, bir toplumdaki işgücü piyasasında yer alan bireylerin ekonomik hayatlarını etkileyebilir. İşsizlik oranları, toplumda hoşnutsuzluğa ve ekonomik dengesizliklere neden olabilir.

3. Ticari Etik: Bazı inançlar, ticaret ve iş dünyasında etik değerlere vurgu yapar. Ancak, ticari etiğin göz ardı edilmesi, kötü uygulamaların yaygınlaşmasına ve güvenin azalmasına yol açabilir.

4. Yoksulluk ve Sosyal Yardımlar: Farklı inançlara mensup kişiler arasında yoksulluk düzeyleri değişebilir. Bazı inanç toplulukları, sosyal yardımlaşma ve dayanışma üzerine kurulu sistemlere sahip olabilir.

5. Ticari Faaliyetler ve Dini Sınırlamalar: Bazı inançlar, belirli iş kollarında veya günlerde ticari faaliyetlerin kısıtlanmasını gerektiren dini sınırlamalara sahiptir. Bu tür sınırlamalar, ekonomik büyümeyi etkileyebilir.

6. Eğitim ve Meslek Seçimi: İnançlar, eğitim ve meslek seçimine de etki edebilir. Bu, belirli sektörlerde yetenekli bireylerin kaybedilmesine ve ekonomik büyümeyi etkileyecek bir insan kaynağı sorununa neden olabilir.

7. Tüketim Alışkanlıkları: İnançlar, tüketim alışkanlıklarını da şekillendirebilir. Bazı inançlar, dikkatli tüketimi teşvik ederken, diğerleri tüketimde aşırıya kaçmayı teşvik edebilir.

8. Dini Zekat ve Bağışlar: Bazı inançlarda zekat ve bağışlar, toplum içindeki ekonomik adaleti sağlamak ve yoksullara yardım etmek amacıyla önemli bir rol oynar.

9. Vergi ve Hukuk: İnançlar, vergi politikalarını ve hukuk sistemini de etkileyebilir. Vergi uygulamaları ve hukukun adil olmaması, ekonomik adaletsizliğe yol açabilir.

Kalemden kalbe, saygılarımla.

İstenmeyen Kocalar Arsenikle Ortadan Kaldırılırdı

Eskiden arsenik, hem fareleri hem de tahammül edilemeyen kocaları öldürmek için yaygın olarak kullanılıyordu. Bu element kokusuz ve hafif bir tada sahipti. Bu da entrikacı bir eşin, onu çeşitli aromalı yiyeceklerle kolayca karıştırmasına olanak tanıyordu.

Adli tabipler genellikle zehirin kullanıldığını tespit edemezdi. Çünkü belirtileri — ishal, kusma, karın ağrısı — o zamanlar yaygın olan kolera semptomlarına benziyordu.

Miras davalarında sıkça kullanıldığı için halk arasında “miras tozu” olarak da anılırdı.

Giulia Tofana: Sessiz Devrimin Yüzü

17. yüzyılda, kocalarından kurtulmak isteyen İtalyan kadınlar için bir isim kapı aralayıcı oldu: Profesyonel zehir satıcısı Giulia Tofana.

Tarihin en başarılı sessiz katillerinden biri olarak anılan Giulia, yaklaşık 600 erkeğin ölümüne yardımcı oldu. Bazı iddialara göre Mozart’ın bile bu yolla öldürüldüğü söylenir.

Ancak bir kadın, kocasını zehirlediği çorbayı içirmeden önce pişman olup yaptıklarını itiraf edince, Giulia yakalandı. 1659 yılında idam edildi.

Diğer Sessiz Zehirler

Mary Ann Cotton – 19. yüzyılda İngiltere’de yaşadı. 20 yıl boyunca, üçüncü kocası dahil, 21 kişiyi arsenikle öldürdü. Bu kurbanların 12’si kendi çocuklarıydı. Foyası yıllar sonra ortaya çıktı, idam edildi.

Marie Madeleine de Brinvilliers – 1666’da, miras için babasını ve iki erkek kardeşini arsenikle zehirledi. Zehirlemelerle ilgili sevgilisine yazdığı mektup ortaya çıkınca, 1675’te idam edildi.

Zehir mi, Çare mi?

Bu kadınlar için arsenik bazen bir özgürlük aracı, bazen karanlık bir çözüm oldu. Tarihin hangi tarafından baktığınıza göre: Kimi için katil, kimi için kurtarıcı oldular.

Ama gerçek şu ki: Bir kadını susturursan, bir gün onun sesi zehir olur.


Kalemden kalbe, saygılarımla.

Bir Zehrin İki Yüzü

Bu metin, Naim’in Kişisel Sayfası için hazırlanmış özgün bir içeriktir. Tarihsel gerçeklikler ve kurgu harmanlanarak yazılmıştır. , bilgiye ve insan hikâyelerine ışık tutmayı amaçlamaktadır.

Bölüm I: Sessiz Zehir

Arsenik... Onu suçladılar. Sanki kendi isteğiyle ölümleri çağırmış gibi...
Oysa o sadece bir tozdu. Saf, sessiz ve tarafsız. Ben ona bir kapı yaptım. Bazısı o kapıdan özgürlüğe yürüdü, bazısı cehenneme... Kimsenin yüzünü görmedim, sadece dualarını duydum: ‘Tanrım, ya kurtul ya öl...’ Ben yalnızca bir yol gösterdim. Yargılayanlar hep güçlüydü...
Ama onlar? O kadınlar? O çocuklar? Her çığlık, benim ellerimde bir damla sıvıya dönüştü...

Bölüm II: Bir Annenin Fısıltısı

Ben de bir zamanlar bir kadındım. Genç, umut dolu... Sonra anne oldum. Ve annelik, bir daha asla tek başına kadın olamayacağın bir hayata davet eder insanı.
Oğlum... Gözlerimi her kapattığımda seni ilk öptüğüm gün gelir. Son öptüğüm gün değil... Çünkü o gün, sen çok soğuktun. Ve dudaklarında, suya katılmış o sessiz ölüm vardı.
Arsenik dediler... Ben ne bilirim arsenik ne? O kadın... Giulia. Onu yargıladılar. Ama biliyor musun? Ben ona hiç kızmadım. Çünkü ben... onun da oğlunu belki kaybettiğini düşündüm.

Bölüm III: Karar Anı

Ben seni seçmedim... Ben, beni yok sayanları seçmedim.
Giulia... Senin hakkında çok şey duydum. Bazısı senden korktu. Bazısı sana hayran kaldı. Ama seni en iyi ben anlarım. Çünkü senin yaptığın şey, sadece bir çığlığa çeviri sunmaktı.
Ya bu bir son değilse? Ya bu... sadece bir başlangıçsa?
Bugün ölmedim. Ama bugün, ilk kez yaşamaya karar verdim.

Bölüm IV: Sessiz Ordunun Gölgesinde

Adımı söylemek istemem. Çünkü bu duvarlar ismimizi değil, sebebimizi hatırlayacak.
Bizi konuşturdular. İtiraflar... İsimler... Giulia'yı korumaya çalışanlar idam edildi. Çünkü bir kadına başka kadınlar inandıysa? İşte o zaman, bu devlet için bir devrimdi.
Ben Giulia Tofana’yı hiç görmedim. Ama onun yüzünden ölüme gidiyorum... Ve bu cümleyi söylerken, hâlâ gülümsüyorum. Çünkü benim ölümüm, bir gün bir kadının hayatı olacak.

Bölüm V: Son Gecede Tofana

Yarın... Beni bir meydana çıkaracaklar. Ve diyecekler ki:
‘İşte kadın, öldüren kadın. Katillerin annesi. Zehrin yüzü.’
Suçum neydi? Bir kadına ‘başka bir seçenek’ sunmak mı?
Onlar beni hatırlamayacak. Ama her kadın, karar veremediği bir gecede aynaya baktığında gözlerimde kendi gücünü görecek.
Ben sadece devrimin ilk fısıltısıydım.
Beni yakan ateş değil… beni yakan şey, hâlâ susanların çokluğu.


Kalemden kalbe, saygılarımla.

Zulüm Güzellikten Güç Alırsa,
Zehir de Parfüm Gibi Kokar

Kadınlar…
Tarih boyunca güzellikleriyle yüceltildiler. Ama bu güzellik, çoğu zaman onların özgürlüklerini örtmek için kullanılan ince bir örtüydü.

Bir adam çıkıp kadına der ki: “Ne kadar güzelsin…” Ama arkasından zincirleri takar: “Ama şöyle giyinme, şöyle konuşma, bana yakışır gibi davran.”

İşte orada başlar zulüm: Güzelliği takdir değil, tahakküm aracı yapan o erkek bakışıyla. Kadın sadece güzel olduğu sürece dinlenir. Ama fikir söylediğinde, direnç gösterdiğinde ya da hakkını aradığında: “Yılan gibi bir dilin var” denir.

Oysa asıl sorun o dilde değil, o dili duymaya tahammül edemeyen kulakta. Asıl sorun o güzelliğin arkasında duran karaktere değil, sadece yüz hatlarına tapan zihniyette.

Sen güzel doğdun. Ama bu senin emeğin değil. Tıpkı erkekliğin de bir üstünlük sayılmaması gerektiği gibi. Güzelliğin hüküm sürmesi için vicdan da taşımalı, ahlak da. Yoksa güzellik dediğin şey, sadece boyalı bir mezar taşı olur.

Kadınlar yüzyıllarca sustu. Susturuldu. Kimi arsenikle cevap verdi, kimi içten içe çürüyerek... Kimi de bugün hâlâ, bir adamın gölgesinde yaşamaya devam ediyor.

Ama unutma: Bir kadını sadece güzelliğiyle sevmek, onun özünü değil vitrinini takdir etmektir. Ve sen vitrinden yaşanmaz; hayat, ruhla kurulur.

Son olarak: Eğer o güzel yüzün arkasında kıvrak bir dil, sağlam bir kafa ve güçlü bir kalp varsa... İşte o zaman güzellik anlam kazanır. Yoksa… Zehir de bazen kristal bir şişede saklanır.

Kadınların Yaşadığı Kıyımlar ve Zulümler

- 1692, Salem Cadı Mahkemeleri (ABD): Onlarca kadın “cadı” oldukları gerekçesiyle yakılarak ya da asılarak öldürüldü.
- 1915, Ermeni Soykırımı (Osmanlı): Binlerce kadın tecavüze uğradı, zorla yürütülerek çöllerde hayatlarını kaybetti.
- 1937, Nanking Katliamı (Çin): Japon askerleri yaklaşık 20.000 kadına tecavüz etti, yüzlercesi vahşice katledildi.
- 1994, Ruanda Soykırımı: Tutsilere yönelik katliamda binlerce kadın sistematik tecavüze uğradı ve öldürüldü.
- 2014, IŞİD-Yezidi Katliamı: Binlerce Yezidi kadın köleleştirildi, satıldı, işkence gördü.
- Günümüz: Hindistan, Afganistan, İran ve birçok ülkede kadınlar hâlâ öldürülüyor, susturuluyor, dövülüyor ve görünmez kılınıyor.

Kadınların gördüğü zulüm sadece fiziksel değil; kültürel, sosyal, psikolojik zincirlerle de sürüyor.

Son Söz

Bir kadının yalnızca güzelliğine tapan, onun kalbini, sesini ve düşüncesini yok sayar. Ama tarih göstermiştir ki; susturulan her kadının içinden bir fırtına doğar. Ve o fırtına bir gün, dünyayı silkeler.


Kalemden kalbe, saygılarımla.

Tarih Boyunca Din Kurumlarının İnsanlara Verdiği Zararlar

İnanç kutsaldır. Allah'a inanmak, peygambere sadakat duymak, Kur’an'ı okuyup yaşamak insanı yüceltir. Ancak bu inançların çevresinde kurulan sistemler; camiler, kiliseler, tarikatlar, din adamları ve devlet destekli dini kurumlar, tarihin birçok döneminde bu kutsallığı halkı kontrol etmek, sömürmek ve susturmak için kullanmıştır.

Bu makale, inançları değil; o inançlar adına kurulan sömürü düzenini eleştirir. Gerçeği görenler için yazılmıştır. Allah’a inanıp, kandırılmamak isteyenler için.

Tarihte Din Adına Yapılan Zulümler ve Sömürüler

- Orta Çağ’da Katolik Kilisesi, Engizisyon Mahkemeleriyle milyonları işkenceyle öldürdü.
- Haçlı Seferleri, din adına işlenen büyük çaplı katliamlardı.
- Osmanlı'da şeyhülislam fetvalarıyla birçok siyasi idam meşrulaştırıldı.
- Kast sistemine dayalı Hindu düzeni, milyarlarca insanı aşağı sınıflara hapsetti.
- İran’da mollalar halkı baskı altında tutmak için dini araçsallaştırdı.
- Afrika, Asya ve Ortadoğu'da din; sömürü, itaat ve korku için sistemleştirildi.

Modern Dünyada Din Kurumlarının Yüzü

- Hac ibadeti, Suudi Arabistan’ın milyarlar kazandığı bir turizm ticaretine dönüştü. Şeytan taşlamak için kullanılan taşlar döngüsel olarak toplanıp tekrar satılıyor.
- Hacca gitmek, orta gelirli Müslüman için ulaşılmaz hale geldi. Oysa Kur’an’da 'kolaylaştırın' denilir.
- Tarikatlar, cemaatler halktan para topluyor, siyasetle kol kola yürüyor.
- Türkiye'de Diyanet’in bütçesi çoğu bakanlığı geçiyor; ama hâlâ halk yoksul, camilerde elektrik faturası için yardım toplanıyor.
- Kur’an okunmuyor, sadece okutuluyor. İnsanlar anlamadan tekrarlıyor. Oysa Allah ilk olarak 'OKU' dedi.

İnanan Ama Kandırılmayanların Sesi

“Ben Allah’a inanırım. Peygambere de. Kur’an da okurum. Namazımı da kılan biriyim. Ama bu, beni kandırılmış yapmaz. Çünkü Allah Teâlâ ilk ne dedi? ‘Oku.’ Yani düşün. Anla. Sorgula.”

İnanç ayrı, sömürü ayrıdır. Bir binaya gidip ibadet etmekle, o binanın içindeki sistemin yalanlarını kabul etmek aynı şey değildir. İnsan, Allah’a giden yolda yalnızca Allah’a eğilmelidir. Araya giren her türlü yapı, maddi ya da manevi tahakküm aracıdır.

Gerçeği görenler konuşuyor. Ve sustukça değil, anlattıkça ibadet ediyoruz artık.


Kalemden kalbe, saygılarımla.

Afganistan Sandım – Kimin Ülkesi Bu?

Bir gün arabada gidiyordum. YouTube’da müzik dinliyordum, kafamı dağıtıyordum. Sonra yanlışlıkla ekranı kaydırdım, parmağım bir habere değdi. Canlı yayındı. Adana yazıyordu üstte.

Bir grup kadın yerde sürükleniyor, çığlıklar yükseliyor. Başı örtülü polisler, yine başı örtülü kadınlara bağırıyordu. Bir an... “Burası Afganistan olmalı,” dedim içimden. Ama değildi. Burası Türkiye’ydi. Benim memleketim. “Başörtüsü serbest” diyenlerin, başörtüsünü devlet copu yapan ülkesi.

Bir zamanlar “eziliyoruz” diyenler, şimdi aynı sopayı ellerine almış. “Yoksul halkız” diyenler, şimdi halkın sofrasına uzaktan bakıyor. Bir zamanlar “hakkımızı arıyoruz” diyenler, şimdi hakkını arayanları yerlerde sürüklüyor.

21 yılda çok şey değişti. Ama değişmeyen tek şey: Zalim hep güçlü, halk hep susturulmuş.

Kürtlerle barış yapıyorum deyip, seçimle gelen Kürt belediyelerine kayyum atayanları mı?
Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladıktan sonra, 30 yıllık diploması iptal edilen belediye başkanını mı?
“Özgürlük istiyoruz” diyerek yürüyen gençlerin, sorgusuz sualsiz hapse atılmasını mı?
Gazetecilerin gerçek haber yaptığı için tutuklandığı günleri mi?
Adalet Sarayları'nın artık sadece bina olduğu, adaletin içine uğramadığı mahkemeleri mi?

Bir el masaya vuruyor, bin el susuyor. Halkın sesi değil, yalnızca sarayın yankısı dolaşıyor artık bu memlekette.
Bu ülkede bunları görmek beni üzüyor. Çünkü ben bu ülkeyi seviyorum.

Ben kimseye düşman değilim. Ama dost gibi gelip düşman gibi yönetenlere de susamam. Allah’ın adını ağzına alıp, Allah’ın kullarını ezenlere de razı olamam.

Ve unutma:
Hiçbir krallık sonsuza kadar sürmez.
Hiçbir insanoğlu sonsuza dek yaşamaz.
Eğer öyle olsaydı, eğer bir insan ebedî yaşasaydı, o Peygamber Efendimiz Muhammed olurdu.

Bu ülke bizim. Ama artık bizim gibi olmayanlar tarafından yönetiliyor. Ve biz artık “Burası Afganistan mı?” diye sormak zorunda kalmayacağımız bir ülke istiyoruz.


Kalemden kalbe, saygılarımla.